Heidegger ve “Ölüme-Doğru-Varlık" Olarak İnsan
- Reha Kansu
- 5 gün önce
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 gün önce

Heidegger ve Fenomenoloji
Felsefe tarihi boyunca varlık meselesi, çoğu zaman varolanların doğası ve mahiyetleri üzerinden tartışılmıştır. Sokrates’in erdemin özünü sorgulaması gibi, Husserl’in fenomenolojisi de şeylerin özünü, yani onların varlık tarzlarını açığa çıkarmayı hedefler. Bu bakımdan fenomenoloji, “özlerin tasviri” olarak tanımlanır. Ancak Husserl için mesele, varlığın kendisinden çok, varlığın şuurda nasıl verildiğidir. Başka bir ifadeyle, fenomenoloji şuurun maksatlılığını çözümleyerek varlığın şuurdaki görünüş tarzlarını araştırır.
Heidegger ise bu yaklaşımı yetersiz bulur. Ona göre Husserl’in fenomenolojisi hâlâ öznelci bir ufukta kalmaktadır; şuur-merkezli bir tavırdan kurtulamaz. Heidegger, fenomenolojiyi öznellikten arındırarak daha köklü bir zemine, yani ontolojiye bağlamak ister. Bu yüzden onun düşüncesinde asıl problem, şuurun şeylerle kurduğu ilişkiden ziyade, bizzat “varlığın unutulmuşluğu” problemidir. Çünkü gündelik hayatta hep varlık içinde bulunur, varlıktan faydalanırız; fakat varlığın kendisini düşünmeye kalkıştığımızda şaşkınlığa düşeriz. Heidegger’in ifadesiyle varlık, sürekli olarak üzeri örtülmüş bir şekilde kalır.
Bu noktada Heidegger, Eski Yunan düşüncesine başvurarak “hakikat” kavramını yeniden yorumlar. Hakikat, Aristoteles ve Platon’da görüldüğü üzere, doğruluk değil, bir “örtülünün açığa çıkması”dır. Yunanca “aletheia” kavramı, gizlinin gizlilikten çıkışını, bir şeyin açılarak görünür hale gelmesini ifade eder. Heidegger’e göre varlığın anlamı ancak bu bağlamda, yani açığa çıkışın zamanî yapısı içinde kavranabilir. Bir şeyin varlığını anlamak, onun zamanîliğini çözmek demektir. İşte bu yüzden başyapıtının adı Varlık ve Zamandır.
Heidegger, kendi felsefi girişimini “destrüksiyon” kavramıyla adlandırır. Bununla kastettiği, Aristoteles’ten Hegel’e uzanan metafizik geleneğin varlık sorusunun üzerini örten yorumlarını söküp açığa çıkarmaktır. Yani fenomenolojiyi, bizzat ontoloji geleneğine uygulayarak varlığın hakiki deneyimini çarpıtan katmanları devre dışı bırakır. Böylece fenomenoloji, özlerin betimlenmesinden varlığın aslî anlamına yönelir. Onun düşüncesinde fenomenoloji, özden ziyade varlığın zamanî açılışını, bilincin nesneye yöneliminden çok Dasein’ın varoluş imkanlarını kavramaya yönelir.
Dasein ve Egzistansiyal İmkanlar
Varlık ve Zaman’da Heidegger’in yaptığı en temel ayrım, “varlık” ile “varolan” arasındaki ayrımdır. Varlık, bütün varolanların ufkunu teşkil eder; daha vurgulu anlamıyla varlık, varolanların zamanî olarak açığa çıkma biçimidir. Bu ayrımın hemen ardından ikinci bir ayrım daha gelir: insan varlığı, yani Dasein ile diğer varolanlar arasındaki ayrım. Dasein, varlığın anlamını sorabilen tek varolandır. Bu yüzden insanın varlığı, bir eşyanın varlığından tamamen farklıdır. İnsan, sadece bir nesne değil, “dünyada-olma” haline sahip bir varlıktır. Dünyada-olmak, epistemolojik bir zihin faaliyeti değil, insanî varoluşun bir tavrıdır. Dolayısıyla Heidegger’e göre insanın varlığı, özden önce gelir; insan, kendi varlığını sürekli olarak seçen, yorumlayan ve gerçekleştiren bir varolandır. Egzistansiyal analitik, Dasein’ın bu yapısını, yani onun dünyada-olma, atılmışlık ve imkanlarla yönelim içindeki varlığını çözümlemekten ibarettir.
Heidegger’in fenomenolojik yöntemi, Dasein’ı soyut bir varlık olarak değil, gündelik hayatın içinde anlamayı zorunlu kılar. Çünkü insanın varoluşu en açık biçimde gündelik yaşamda ortaya çıkar. Bu nedenle Varlık ve Zaman’da Heidegger, özellikle “insan” kelimesinden kaçınır. Ona göre “insan” kelimesi, kolayca biyolojik, sosyolojik veya hümanist bir tanıma indirgenebilir. Oysa Heidegger, insanı bir felsefî antropolojinin konusu değil, doğrudan doğruya varlık sorusunun taşıyıcısı olarak ele alır. Bu nedenle Dasein kavramını kullanır: hem varlığını her defasında yeniden kuran hem de varlık sorusunu sorabilen tek varlık.
Bu çerçevede Heidegger, “Dasein nedir?” sorusunu reddeder. Çünkü bu soru, Dasein’ı sabit bir öz gibi tanımlamaya çalışır. Oysa Dasein, bir nesne değil, kendi varlığını yaşayarak her defasında yeniden gerçekleştiren bir varlıktır. Bu yüzden asıl soru, “Dasein kimdir?” sorusudur. Bu soruyla insanın varlığını özdeşleştiren, yaşayan, seçen ve geleceğe doğru açılan boyutu öne çıkar. Dasein, hiçbir zaman tamamlanmış bir şey değildir; her zaman kendi imkânlarının peşinde olan, kendi varlığını adım adım gerçekleştiren bir varlıktır.
Heidegger’e göre insan, yani Dasein, dünyaya “atılmış” olarak gelir. Bu, insanın varoluşunun başlangıç şartlarını kendisinin seçemediği anlamına gelir. Hiç kimse anne babasını, doğacağı yeri, hangi ekonomik şartlar içinde yetişeceğini, hangi millete, dine veya etnik gruba mensup olacağını belirleyemez. Bunlar, Dasein’ın kendisini içinde bulduğu verilmiş şartlardır. Ancak bu verilmişlik, bir kader mahkûmiyeti değildir. Çünkü Heidegger’e göre asıl mesele, içine doğduğumuz bu şartları anlamak ve onları bir başlangıç noktası kılarak geleceğe doğru yeni imkânlar tasarlamaktır. Yani insan hem verilmiş olanın içine bırakılmıştır hem de o verilmişlikten hareketle kendisine yeni bir yön çizebilir. Özetle, Dasein’ın varoluşu, imkanlarla iç içedir ve kendi varoluş imkânlarını seçmek zorundadır.
İşte bu noktada Heidegger, Dasein’ın kendine has yönünü vurgular: Her insan, kendi imkânlarını keşfetme, fark etme ve onları bilinçli biçimde seçme kudretine sahiptir. Gündelik hayat, başkalarının düşünceleri ve beklentileriyle örülüdür. Başkalarının gözünde başarısız olma korkusu ya da onların değerlendirmelerine fazlaca önem vermek, insanı kendi imkânlarını fark etmekten ve onları bilinçli biçimde seçmekten alıkoyar. Oysa Dasein, kendi seçimleriyle kendi varoluşunu şekillendirme gücüne sahiptir. İnsan, başkalarının onun için uygun gördüğü yolları değil, kendi imkânlarını keşfedip seçtiği ölçüde sahici bir varoluş yaşayabilir. Başkalarının bizim için uygun gördüğü imkânlara sıkışıp kalmak, varlığımızın sahiciliğini gölgeler. Çünkü Dasein’ın varoluşunun temel özelliği, geleceğe dönük olmasıdır.
İnsan, ömrünün sınırlı olduğunu bilse bile, daima yeni tasarılar kurar. Kalan zaman ne kadar az olursa olsun, varlık hep ileriye, geleceğe doğru yönelir. Bu yüzden Heidegger, Dasein’ı “atılmış tasarı” olarak tanımlar. “Atılmışlık” insanın içine doğduğu verilmiş koşulları ifade ederken, “tasarı” bu koşulların ötesine geçip geleceğe doğru yeni imkânlar kurma yetisini gösterir.
Ölüme-Doğru-Varlık ve Kaygı
Heidegger’e göre insan, yani Dasein, dünyaya hiçbir seçme hakkı olmadan “atılmış”tır dedik. “Atılmışlık” (Geworfenheit), insanın kendi varlığını sıfırdan kurmadığını, zaten belirli bir zeminde bulunarak var olmaya başladığını ifade eder. Bunu daha önceki "fırlatılmışlık" yazımızda açıklamıştık. Aynı zamanda dedik ki, insan hem verilmiş şartların içine atılmıştır hem de oradan hareketle geleceğe ve kendi varoluş imkanlarına yönelmiş bir tasarıdır. “Tasarı” (Entwurf), insanın geleceğe doğru açılan yapısını anlatır. Dasein, her anında kendi imkânlarını kurmak, kendisine bir yön vermek durumundadır. Gelecek yalnızca henüz gelmemiş bir zaman dilimi değildir; insanın kendi varlığını açtığı ve biçimlendirdiği temel ufuktur. Böylece Dasein, yalnızca olduğu yerde duran bir varlık değil, sürekli kendini aşan, kendi olasılıklarını önüne koyan bir varlıktır. İnsan, bu iki kutup arasında -zorunluluk ve hürriyet- var olur.
Heidegger, insanın dünyayla ilişkisini ruh halleri yoluyla anlar. Ruh halleri, dünyanın bize nasıl açıldığını belirler. Sevinç, umut, korku ya da kaygı, dünyanın tonunu değiştirir. En çok üzerinde durduğu ruh hali ise "kaygı"dır (Angst). Kaygı, belirli bir şeyden korkmak değildir; nesnesi belirsizdir. Varoluşun bütününü kuşatan, insanın “dünyaya sebepsiz yere bırakılmışlığı”nı hissettiren temel ruh halidir. Kaygı, Dasein’ı doğrudan ölümle yüzleştirir. Ölüm, insanın kendi varoluşunu devredemeyeceği tek imkândır. Başkaları için yaşanamaz, ertelenemez, başkasına yüklenemez. Heidegger, bu yüzleşmeyi “ölüme-doğru-varlık” (Sein-zum-Tode) kavramıyla ifade eder. Bu, insanın ölümü yalnızca biyolojik bir son olarak değil, kendi varoluşunun en temel ufku olarak kavramasıdır. Ölüm, insanın hayatındaki her anın anlamını belirleyen ufuktur.
İnsan, gündelik hayatında çoğunlukla ölümü unutur; başkalarının içinde, anonim bir varoluş içinde yaşar. Gündelik telaş, sosyal roller, başkalarının beklentileri insanı ölüm gerçeğinden uzaklaştırır. Bu unutma hâli, insanın sahici varoluştan uzaklaşmasına yol açar. Kaygı hâlinde ise dünya alışılmış anlamını kaybeder, bir anda yabancılaşır. Bu yabancılaşma, Dasein’ın kendi varoluşunu çıplak hâliyle kavramasına yol açar. İşte bu noktada insan, kendi sonluluğu ve ölümlülüğüyle karşılaşır. Ölüm bilinci, insanı kendi imkânlarını ciddiyetle seçmeye zorlar. Çünkü ölüm, bütün imkânların sınırını çizer; insan, bu sınırlılık içinde kendi varoluşunu sorumlulukla kurmaya çağrılır.
Ölüme-doğru-varlık, sürekli ölümü düşünmek demek değildir; tam tersine, ölümü unutmayarak hayatı daha sahici bir biçimde yaşamaktır. Ölüm bilinci, insanı kendi olasılıklarını başkasının değil, kendi iradesinin seçimiyle gerçekleştirmeye yöneltir. Böylece Dasein, “kendi” olur; başkalarının gölgesinde değil, kendi varoluşunun sorumluluğunu yüklenerek yaşar.
Sonuç
Özetleyecek olursak, Heidegger’in düşüncesinde insan, önce atılmışlık içinde kendini bulur; seçemediği koşulların ortasında var olur. Ardından bu koşullardan hareketle tasarı kurar: geleceğe yönelir, kendi imkânlarını açar. Fakat bu süreç, gündelik dağınıklık ve başkalarının beklentileri içinde sahiciliğini kaybedebilir. İşte kaygı, bu dağınıklığı kıran temel ruh hali olarak ortaya çıkar ve insanı kendi ölüme-doğru-varlık yapısıyla yüzleştirir. Sonunda insan, ölümü sahici biçimde kavradığında, kendi varoluşunu sorumlulukla ve bilinçle yaşama kudreti bulur. Ölüm, varoluşun sonu değil; varoluşun her anına anlam veren ufuktur. Böylece Heidegger’in düşüncesi, atılmış tasarıdan başlayıp ölüme-doğru-varlığa ulaşan bir çerçeve sunar: İnsan, hem sınırlı hem özgür, hem atılmış hem de seçebilen, hem ölümlü hem de kendi varoluşunun sorumluluğunu taşıyabilen bir varlıktır.