Heidegger'in "Fırlatılmışlık" Düşüncesi
- Reha Kansu
- 15 Ağu
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 1 gün önce

Husserl'in "maksatlılık", Sartre'ın "Kendi-İçin-Varlık" kavramlarıyla başladığımız yazı dizisine, Heidegger'in "fırlatılmışlık" (Geworfenheit) kavramıyla devam ediyoruz. Husserl, Heidegger ve Sartre; her üçü de fenomenoloji geleneği içinde yer almakla birlikte, bu geleneği kendi orijinal görüşleriyle dönüştürmüş isimlerdir. Bu üç kavram, yani maksatlılık (Intentionalität), kendi-için-varlık (être-pour-soi) ve fırlatılmışlık (Geworfenheit) kavramları, insanın dünyadaki konumlanışını, benliğini ve varoluş tarzını açıklamak üzere kurulan üç ardışık düşünce halkası olarak yorumlanabilir ve kolaylıkla birbirinden türetilebilir.
Şuur daima bir şeyin şuurudur. Yani insan, kapalı bir sistem değil, daima dünyaya açık bir yapıdadır. (Maksatlılık)
Şuur hep bir yönelme halindeyse, tam değildir. Onun bariz vasfı, tamamlanmamış olmasıdır. (Kendi-için-varlık)
İnsan belirli şartlar içinde doğmuş, belirlenmemiş imkanlara açılan bir varlıktır. Ne olduğunu seçmemiştir ama ne olacağını seçebilir. (Fırlatılmışlık)
Böylece "fırlatılmışlık" kavramına bir giriş yapmış oluyoruz. Bu, Alman filozof Martin Heidegger’in, insanın dünyadaki varoluşunu anlatmak için kullandığı özel bir kelimedir. Almancada “werfen” fiili “atmak” demektir. "Geworfenheit" ise “atılmış olma hali” anlamına gelir.
Husserl'in maksatlılık kavramından yola çıkan Heidegger, bu bakış açısını ontolojik bir boyuta taşır. İnsanın kapalı bir kutuda doğmadığını, dünyada, yani bir dil ve anlam sisteminin içinde, geçmişin ve devam eden hadiselerin içinde doğduğunu söyler. Fırlatılmışlık, insanın kendi iradesiyle seçemediği, kendini doğrudan doğruya içinde bulduğu şartlarda ve ortamda, tarihî bir ilişkiler ağının parçası olarak dünyaya gözünü açmış olmasını ifade eder.
Ne zaman doğacağı, nerede doğacağı, hangi dili konuşacağı, hangi cinsiyetten olacağı, hangi ismi taşıyacağı, hangi ırktan olacağı, hangi dinin ve hangi toplumun içinde büyüyeceği, insana sorulmamıştır. Buraya kadar insanın durumu, tıpkı yere fırlatılan bir taşın düşme zorunluluğu gibi kesin bir zorunluluk ifade eder.
Ancak bu, insanın diğer canlılardan farklı olarak kendini seçebildiği, yeni varoluş biçimlerine ve imkanlarına açılabildiği bir başlangıç noktasıdır Heidegger'e göre. İnsan, kendi doğduğu şartları seçemez ama o şartlar içinde bir varoluş kurmak zorundadır. Bunu nasıl yapacaktır? Tasarılarla (Entwurf)!
Heidegger’in ontolojisinde “insan” kavramı yerine Dasein terimi kullanılır. Dasein, kelime anlamıyla “orada-varlık” demektir. “Dasein ist in der Welt immer schon.” – “Dasein zaten her zaman dünyadadır.”
İşte bu "zaten dünyada oluş", Geworfenheit (Fırlatılmışlık) kavramıyla ifade edilir. Fırlatılmışlık, bir tür “düşürülmüşlük” ya da “verilmişlik”tir ama Heidegger burada yaratılmışlık veya kader iması içinde değildir. O, insanın ontolojik durumunu tarif eder: “Dasein ist geworfen.” – “Dasein fırlatılmıştır.” Fırlatılmışlığın içeriğini (Faktizität) teşkil eden unsurlar ise şunlardır: Cinsiyet, doğum yeri, dil, tarihsel dönem, kültürel yapı, aile, genetik miras, ölümlülük, sınırlılık…
Heidegger’in fırlatılmışlık kavramı pasif bir edilgenlik hali değildir dedik. Bu “atılmışlık”, geçmişin, tarihî bağlamın, dilin, kültürün ve varoluş koşullarının verililiğini ifade eder. Evet, Dasein fırlatılmıştır ama aynı zamanda tasarlayandır (Entwerfend). Dolayısıyla bu iki moment birlikte işler: Dasein, bir verilmişliğin (fırlatılmışlığın) içine atılmıştır, ama bu verilmişlik içinden kendisini tasarlar, ileriye fırlatır, kendi anlamını kurar!
Böylece insanın hazırlıksız varoluşu, onun hürriyetini kuracağı zemin olur. Dasein, geçmişten gelen (fırlatılmış), şimdide (hâlde) bulunan ve geleceği tasarlayan, yeni imkanlara açık bir varlıktır. Yalnızca yaşayan bir organizma değil; varoluşunun ne olduğunu sorgulayan bir varlıktır.
Başta birbiriyle çelişiyor gibi görünse de, Heidegger’e göre bu zıtlık, insan varoluşunun tam da mahiyetini oluşturur: verilmişlik içinde özgürlük, zorunluluk içinde imkân.
Kronolojik silsile içinde tersi olduğu halde neden Heidegger'i Sartre'dan sonra anlattık? Çünkü Heidegger, insanın hürriyetini Sartre gibi bir “sınırsızlık” olarak değil, bir verilmişliğin içindeki açılım olarak tanımlar ve bizim asıl vurgulamak istediğimiz nokta budur.
Gerçek özgürlük, şu bilince varmakla başlar: “Ben bu dünyaya atıldım. Ama bu atılışın içinden, kendi yönümü inşa etmekle yükümlüyüm." Bu cümle, ontolojik bir kader olarak verilmişliği, egzistansiyal bir imkân olarak inşa edicilikle birleştiren Heideggerci insan anlayışının özüdür.
Heidegger, "fırlatılmışlığını kabul ederek, ona karşı sorumluluk alıp, kendi imkânlarını kendi olarak tasarlayan" bu varoluşa, "otantik (sahici) varoluş" der. Hürriyetin yolu budur! Doğrudan onun cümlesiyle ifade edersek: “Dasein, kendi varlığıyla ilgilenen varlıktır.”
Fakat otantik varoluş sürekli değildir. Üstelik Heidegger'e göre insan, çoğu zaman kendi olmaktan, kaygıyla (angst) yüzleşmekten kaçar. Çünkü ölümle yüzleşmek ürkütücüdür. Sorumluluk almak zordur. Kalabalığa karışmak kolaydır. Bu nedenle insanlar genellikle “das Man” denilen sıradanlık alanına kaçarlar. das Man, Dasein’ın çoğunlukla içinde yaşadığı, kendine ait olmayan varoluş tarzıdır. Herkesin yaptığı gibi yapmaktır, herkesin söylediğini söylemektir, herkesin düşündüğünü düşünmektir; kendi olmak yerine “genelin bir kopyası” olmaktır.
İnsan sahici-otantik varoluşa nasıl yönelir? Heidegger felsefesinde “otantikleşme süreci”nin kapısını aralayan asli duygu “kaygı”dır (Angst).
Kendi varoluşu üzerine düşünebilen, öleceğini bilen, kendisiyle yüzleşebilen bir varlık olarak insanın varoluşu için kaygı, en temel ve kurucu fenomenlerden biridir. Dünyanın, eşyanın, günlük hayatın alışkanlıkları ve meşguliyetlerinin geri çekildiği demlerde kaygı kendini hatırlatır ve insanı kendine getirir. Bu kısaca, fırlatılmışlığın hissiyatıdır. İnsanın kendi varoluşundaki anlamsızlık ve boşlukla yüzleşmesinden doğar. Kaygının çözdüğü anlam yapılarının altından çıkan anlamsızlık karşısında insan, "Ben neyim? Neden varım? Ne olacağım?" sorularını sorar.
Otantikleşmenin ilk adımı da ölümlü olduğunu hatırlamaktır. Böylece insan, kendisini oyalayan alışkanlık örtüsünden soyunur ve kendi varoluşunun anlamını sorar.
Baştan beri anlatmaya çalıştığımız şey şu ki, söz konusu boşluk ve tamamlanmamışlık, insanın doğal durumudur. Bu, insanın zorunluk ve hürriyet arasında, kendi anlamını inşa etme memuriyetiyle çırpınsa da hiçbir zaman gideremeyeceği bir eksikliktir. Çünkü insan, sınırsız imkanlara açık, fakat sınırlı bir varlıktır.