top of page

Hilmi Ziya Ülken'de "Oluş" Fikri

ree

1. Giriş: Felsefede Oluş Problemi ve Ülken’in Konumu

Batı felsefe tarihinin en kadim sorularından biri, “Varlık mı önceliklidir, yoksa oluş mu?” sorusudur. Parmenides’in “varlık vardır, yokluk yoktur” diyerek değişmeyi inkâr eden sert ontolojisiyle Herakleitos’un “her şey akar” deyişi arasında açılan gerilim, tüm metafizik düşüncenin süreklilik–değişme, kalıcılık–akış, öz–görünüş ikiliği etrafında dönmesine sebep olmuştur. Bu temel tartışma, Hilmi Ziya Ülken’in Varlık ve Oluş adlı eserinde yeniden ele alınır. Ülken, bu tartışmanın tarihî aşamalarını özetledikten sonra, ne Parmenides’in statik varlık fikrini ne de Herakleitos’un mutlak oluş anlayışını yeterli bulur. Çünkü her ikisi de hakikati tek kutba indirger. Ona göre, varlık ve oluş birbirinden koparılamaz; oluş, varlığın bir tavrıdır.


Ülken’in bu belirlemesi, modern felsefede “modallık” kavramının ontolojik anlamına denk düşer. “Mod” (tavır), bir şeyin var olma tarzını ifade eder; varlığın kendisi değil, onun fiilîleşme biçimidir. Bu bakımdan “oluşun modallığı” demek, oluşun kendi başına bir cevher değil, varlığın bir tezahür biçimi olduğunu kabul etmek demektir. Ülken, bu görüşüyle hem Hegelci “pan-oluşçuluğa” hem de Kartezyen statik ontolojiye karşı durur.


Felsefe tarihinde bu ayrımın izini sürdüğümüzde, Aristoteles’in “cevher–araz” ayrımından Leibniz’in “mümkün–fiil” düzenine, Kant’ın antinomilerinden Hegel’in diyalektiğine kadar uzanan bir hatla karşılaşırız. Ülken, bu hattı çeşitli yönleriyle eleştirerek, fenomenolojik düşüncenin ışığında yeniden kurar. Varlık, özün dayanağı; oluş ise bu özün zaman içindeki tavrıdır. Bu tavır, “irade ve telkin” kutupları arasında gelişen bir gerginliktir. Böylece ontoloji, dinamik bir varoluş gerilimi olarak kavranır.


2. Hilmi Ziya Ülken’de Oluşun Modallığı: Hegel Eleştirisi ve Fenomenolojik Ontoloji

Hilmi Ziya Ülken, Varlık ve Oluş’ta Hegel’i “oluşu mutlaklaştırmakla” suçlar. Hegel, varlık ve yokluğu mücerret kavramlar olarak koymuş, bu ikisinin diyalektik sentezinden “oluş”u türetmiştir. Ülken, bu hamleyi tersyüz eder: Oluş mutlak değil, modaldir; “bir şeyin oluşu”dur. Ona göre Hegel'in vardığı sentez, mantık olarak parlak görünse de ontolojik bakımdan hatalıdır; çünkü oluşun "bir şeyin oluşu" olması gerekir. Yani ortada bir “dayanak" yoksa, değişmeden de söz edilemez. “Bir şey var olmadan onun oluşundan söz etmek imkânsızdır,” der Ülken. Varlık, kendi özünde sabit bir temel teşkil ederken, onun görünüşü, değişimi, hareketi, yani “oluş”, bu temelin yalnızca bir yönüdür. Yaprağın yeşermesi, kâğıdın sararması, insanın büyümesi—bunların hepsi bir şeyin oluşlarıdır. “Oluş” tek başına duramaz; daima bir dayanağa (varlığa) bağlıdır.


Bu tespit, Hegel’in panlojizmine (her şeyin akıl yoluyla türetilmesi anlayışı) bir eleştiridir. Ülken’e göre “oluşun mantığı”, varlık ile oluşu birleştirmek değil, onların zorunlu iç bağlantısını göstermek olmalıdır. Varlık, kendini oluşla açıklar; fakat oluş, varlığın yerini alamaz. Bu yüzden Hegel’in “varlık–yokluk = oluş” formülü, Ülken’e göre sadece mücerret bir akıl oyunudur ve gerçek felsefe, bu soyutlamayı “ilk olgu”nun müphemliğine döndürmek zorundadır. Hegel, Herakleitos’tan etkilenerek oluşu “mutlak” kılar; oysa Ülken’e göre oluş, bir “temele” (logos’a, varlığa) dayanmak zorundadır. Herakleitos’un Logos’a başvurması da bunu gösterir: değişme ancak değişmeyen bir düzen içinde anlam kazanır.


Hilmi Ziya, Plotinus’un “Bir” kavramını yorumlarken bunu vurgular: Bir’in belirsizliği, bütün belirli varlıkların kaynağıdır. Bu anlayış, ontolojik olarak iki düzlemi birbirinden ayırır: değişmeyen öz ve değişen tezahür. Oluşun modallığı, işte bu iki düzlemin arasındaki bağdır. Varlık kendi içinde kalıcı ve aşkın bir dayanak olarak durur; oluş, onun zaman, mekân ve fiil planında aldığı kipliklerdir. Böylece, oluş hiçbir zaman varlığı ortadan kaldırmaz; bilakis, varlığın iç dinamiğini ve tecelli kabiliyetini ifade eder.


Diyalektiği de “oluşun mantığı” diye evrenselleştirmek yerine, varlığın modları boyunca (sahaya/tabakaya uygun şekilde) işletmek gerekir. Çünkü oluş, tek ve düz bir süreç değil, çok katmanlı bir varlık hareketidir. Hilmi Ziya, varlık derecelerinin (cansız, canlı, ruhlu, değerli şeklinde veya madde, bitki, hayvan, insan şeklinde) birbirine indirgenemeyeceğini vurgular. Her varlık tabakasının kendi “oluş modu” vardır. Bu, fenomenolojiden devraldığı “hiatus irrationalis” kavramının sonucudur. Arada aşılmaz sıçramalar, yani sahalar arasında ölçü farkları söz konusudur.


Burada Ülken, fenomenolojiden, özellikle Husserl’den faydalanır. Husserl, “öz”ün görünüşlerin arkasında değil, görünüşlerin kendisinde bulunduğunu söyleyerek klasik metafiziğin cevher fikrini dönüştürmüştü. Ülken de bu hattı izler: Öz, fenomenin içindedir; oluş ise özün tezahür biçimidir. Böylece oluş, varlığın modu olur. Fenomenolojik yöntem olan epokhe (paranteze alma), Ülken’de metafizik bir işlev kazanır: görünüşlerin ardındaki “değişmez”i, fenomenlerin içinden sezmek.


Bu noktada onun “modallık” anlayışı, hem Aristotelesçi “energeia” fikrinin hem de Bergson’un “yaratıcı tekâmül” düşüncesinin uzantısıdır. Bergson, zekâ ile sezgi arasında bir hiyerarşi kurarken, Ülken bu ayrımı “aydın şuur” ile “müphem şuur” arasında yapar. Oluş, müphemden seçiğe gidiştir; ama bu geçiş, bir özün tavrı olarak anlam kazanır. Dolayısıyla oluş, mutlak bir akış değil, varlığın kendini aydınlatma biçimidir.


3. Varlığın Gerginliği: İrade ve Telkin Arasında Oluş

Ülken’in en özgün kavramlarından biri “varlığın gerginliği”dir. Bu kavram, irade ve telkin arasındaki çift kutuplu ilişkiyi anlatır. İrade, varlığın yükseliş ve yoğunluk hattını; telkin ise gevşeme ve yayılım hattını temsil eder. Bu iki güç, birbirini ortadan kaldırmaz; tam tersine, varlığın canlılığını sağlar. Ülken’e göre “hayat, med ve cezirli helezon kavisleriyle büyür.”


İrade, varlığı seçik ve belirli hâle getirir; telkin, onu müphem birliğe döndürür. Oluşun modallığı, bu iki hareketin ritmidir. Bu ritim, hem evrenin hem de insanın varlık tarzını belirler. Ülken, bu karşıtlığı Doğu ve Batı medeniyetlerinin tarihî karakteriyle de ilişkilendirir: Batı iradeyi aşırı gererek teknik aklı yüceltmiş; Doğu telkini aşırı gevşeterek içe kapanmıştır. Denge, ancak bu iki kutbun “diyalektik bir bütünlük” içinde işlemesiyle mümkündür.




"Eski usullerle İslam’ın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî imanı kalmadı.

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol sonsuz sayıdadır.

Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro; sonsuz…

Bunlar arasından bir yol bulup o yolun dervişi olmaya bakın!"​​

Salih Mirzabeyoğlu

bottom of page