Salih Mirzabeyoğlu'nun Diyalektik Eleştirisi
- Reha Kansu

- 12 Kas
- 6 dakikada okunur

Giriş: Diyalektik Düşüncenin Ufukları
Diyalektik, felsefe tarihinin en kadim ve en dinamik hakikat arama metotlarından biridir. Düşüncenin kendi karşıtıyla çarpışarak yeni bir senteze ulaştığı bu hareketli süreç, antik Yunan'dan günümüze dek pek çok düşünce sisteminin belkemiğini oluşturmuştur. Bu makale, İslami bir dünya görüşü zemininde yükselen İbda diyalektiğinin özgün karakterini, Batı düşüncesinin iki temel direği olan Hegel’in idealist ve Marx’ın materyalist diyalektik sistemleriyle karşılaştırarak ortaya koyacaktır. Bu karşılaştırmalı analiz, sadece metodolojik farkları değil, aynı zamanda bu üç sistemin dayandığı ontolojik temelleri, hakikat anlayışlarını ve nihai hedeflerini de aydınlatacaktır. Analizimize, diyalektiği felsefenin temel metodu haline getiren Hegel'in görkemli sistemiyle başlayacağız.
1. Batı Felsefesinde Diyalektiğin Zirvesi: Hegel
Hegel, diyalektiği felsefenin merkezine yerleştirerek düşünce tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur. Ondan önce bir tartışma sanatı veya mantık aracı olarak görülen diyalektik, Hegel ile birlikte bizzat hakikatin ve varlığın kendini gerçekleştirme sürecinin adı olmuştur. Bu nedenle Hegelci sistemi anlamak, hem Marksist diyalektiğin doğuşunu hem de İbda'nın ona yönelttiği eleştirilerin zeminini kavramak için stratejik bir önem taşır.
Hegel diyalektiği, modern felsefenin zirvelerinden biri olarak, düşüncenin kendi iç hareketini ve tarihteki tezahürünü anlama çabasının en sistematik örneklerinden biridir. Bu nedenle Mirzabeyoğlu'nun eleştirel incelemesinin merkezinde yer alır. Hegel'in sistemi, en temel anlamıyla, "eşya ve hâdiseyi ruhun -mutlak fikrin- gerçekleşmesi olarak gören ve nihayet insan şuurunda tekrar onun ide hâline dönüşünü tasvir eden" bir yapıdır. Bu sistemde hareket yönü, düşünceden varlığa doğrudur; tarih ve kâinat, mutlak ruhun kendini gerçekleştirdiği bir sahnedir. Mirzabeyoğlu'nun eleştirisi, tam da bu "mutlak düşünce-ruh" kavramının zeminine odaklanır. Ona göre, Hegel'in mutlak fikri, "kendi başına kaldığı zaman 'mücerret-havada' ve ucu açık bir mahiyet arzeder." Sistem, kendi doğruluğunu yine kendi içindeki hareketle ispatlamaya çalıştığı için, dışsal bir referanstan yoksundur. Bu durum, felsefi bir döngüselliğe ve keyfiliğe kapı aralar. Mirzabeyoğlu, bu sistemdeki temel eksikliği kesin bir dille teşhis eder. Hegel'in "mutlak fikri"nin havada kalmaması ve bir hakikat değeri taşıyabilmesi için, sistemin dışında, onu doğrulayacak daha üst bir ölçüye ihtiyaç vardır.
Hegelci diyalektiğin temel işleyişi, bilinen tez, antitez ve sentez üçlemesiyle açıklanır. Her fikir (tez), kendi karşıtını (antitez) içinde barındırır. Bu iki zıt kutbun çatışmasından, her ikisini de aşan fakat özlerini daha yüksek bir düzeyde barındıran yeni bir fikir (sentez) doğar. Bu sentez, tekrar bir tez haline gelerek kendi antitezini yaratır ve süreç sonsuzca devam eder. Hegel için hakikat, donmuş ve sabit bir olgu değil, bu dinamik hareketin kendisidir; bir "oluş" felsefesidir. Onun nihai felsefi hedefi, mutlak zıtlar olarak görülen "varlık" ile "yokluk" kavramlarını "oluş" adını verdiği sentezde aşmaktır. Hegel, kendi felsefesini tarihsel bir zirve olarak konumlandırırken şöyle der:
«Zamanın akışı içinde son felsefe, bütün önceki felsefelerin bir sonucu olup, hepsinin ilkelerini kendinde taşımak zorundadır.»
Bu iddialı sistem, kendisinden sonraki düşünceyi derinden etkilemiş, ancak İbda perspektifinden bakıldığında, diyalektiğin idealist zirvesinden materyalist bir zemine indirilerek temel bir tahrifata uğramasına da zemin hazırlamıştır.
2. Diyalektiğin Materyalist Yorumu: Marx
Karl Marx, Hegel'in idealist diyalektiğini alıp onu baş aşağı çevirerek maddi dünyaya, yani tarihin ve toplumun ekonomik ilişkilerine tatbik etmiştir. Bu dönüşüm, diyalektiğin felsefi yörüngesini kökten değiştirmiş ve onu kendi idealist köklerinden koparan bir misyon üstlenmiştir. Özünde Marksist diyalektik, «Hegel diyalektiğinin madde hesabına kullanılmasından başka birşey değil» şeklinde özetlenebilir. Marx'a göre düşüncelerin değil, maddi koşulların (üretim araçları ve ilişkileri) çatışması tarihi ileriye götürür. Sınıflar arasındaki mücadele, Hegel'in tez-antitez çatışmasının yerini alır ve bu mücadelenin sentezi, yeni bir sosyal düzen olacaktır.
Mirzabeyoğlu, bu iki felsefeyi taban tabana zıt görünmelerine rağmen aynı temel problem çerçevesinde değerlendirir. Onlar, aynı madalyonun iki farklı yüzü gibidir. Marks ve Engels, Hegel diyalektiğini "düşünceden eşya ve hâdiseye sarkma yerine, tabiatın diyalektiğinden başlayarak... maddeden düşünceye ve tekrar maddeye doğru" tersine çevirmiştir. Böylece hareketin başlangıç noktası "mutlak ruh" değil, "madde" olmuştur. İster idealist ister materyalist olsun, her iki sistemin de temel sorunu, meselenin "insan düşüncesi içinde ele alındığı ve varlık'ın da bu çerçevede değerlendirildiği" bir yapıya hapsolmalarıdır. Yani, referans noktası daima göreceli olan insan aklı ve onun kategorileridir. Bu durumun sonucu olarak, hem Hegelci hem de Marksist diyalektik, "mihraksız tümevarımın zafiyetiyle malûl"dür. Yani, parçalardan yola çıkarak bir bütüne ulaşmaya çalışırlar, ancak bu bütünü ölçecek ve doğrulayacak mutlak bir referans noktasına ("mihrak") sahip değildirler.
"Diyalektik materyalizm" olarak adlandırılan bu yorum, İbda düşüncesi tarafından "paradokslu-tezatlı" olarak teşhis edilen temel bir kusur taşır. Paradoks, kökeni ve doğası gereği idealizme, yani "Fikir"in önceliğine dayanan diyalektik bir metodun, her şeyin temelini maddede gören materyalist bir dünya görüşüne uygulanmasındaki metodolojik çelişkiden kaynaklanır. Sovyet felsefesi, bu problemi "diyalektiğin hem mantık hem de bilgi teorisi olduğunu" ileri sürerek aşmaya çalışmıştır. Bu yaklaşıma göre düşünce kanunları ile varlığın kanunları özdeştir. Fakat bu iddia, Hegel'in idealist "ayniyet" (düşünce ve varlığın birliği) prensibinin kaba bir tekrarından öteye geçememiş ve kendi içinde tutarlı bir mantık sistemi kuramamıştır. Bu yetersizlik, hem Hegel hem de Marx'ın dayandığı daha temel bir ontolojik hatanın açığa çıkmasına neden olmuştur.
3. Hegel ve Marx Diyalektiğinin Temel Eleştirisi
Her iki sistemin metodolojik uygulamalarına yönelik eleştirilerin ötesinde, İbda düşüncesi Batı diyalektiğinin ontolojik temellerine yönelik daha köklü bir itiraz sunar. Bu eleştirinin merkezinde, iki sistemin de üzerine inşa edildiği ortak zayıf nokta yer alır: mutlak "varlık" ile mutlak "yokluk" zıtlığının bir terkibe (senteze) ulaşamayacağı gerçeği.
Bu eleştiri, en temel mantık ilkelerinden biri olan «var vardır, yok yoktur» prensibine dayanır. Varlık ve yokluk, birbirini sentezleyebilecek iki kutup değil, birbirini mutlak olarak dışlayan iki durumdur. İbda düşüncesi bu noktada, "bulunmayış veya başkalık manâsında izafî bir yokluk" olduğunu kabul ederek eleştirisini rafine eder; itiraz, göreli yokluk biçimlerine değil, mutlak varlığın mutlak hiçlikle sentezlenmesinin imkânsızlığınadır. Dolayısıyla, Hegel’in "oluş"u ya da Marx’ın maddi ilerlemesi, felsefi olarak imkânsız bir sentez varsayımına dayanmaktadır.
Bu hatalı temelden yola çıkan sistemler, kaçınılmaz olarak "değişmez bir temele" dayanmayan ve sürekli hareket halinde olan bir hakikat anlayışına ("Yürüyen Hakikat") ulaşır. İbda düşüncesi bunu, hakikati izafi kılan ve ona mutlak bir zemin bırakmayan temel bir zaaf olarak teşhis eder. Özellikle Marksist sistemin, düşünce şekillerini muhtevadan bağımsız inceleyen "formel mantığı" reddederken, yerine kendi içinde tutarlı, çelişmez bir mantık sistemi kuramaması, bu temel ontolojik hatanın bir sonucu olarak değerlendirilir. Bu derin ontolojik kriz, Batı diyalektiğinin açmazlarını aşacak, bütünüyle farklı bir temel üzerine inşa edilmiş yeni bir diyalektik anlayışını zorunlu kılmaktadır.
4. İbda Diyalektiği: "Mutlak Fikir" Zemininde Bir Düşünce Sistemi
İbda diyalektiği, Batılı öncüllerinden temel bir noktada ayrılarak, referanslarını İslami bir dünya görüşü zemininde bulan ve önceki sistemlerin açmazlarına bir çözüm olarak yükselen özgün bir sistemdir. Bu sistem, Büyük Doğu düşünce sisteminin teorik çerçevesini ve soyutlama boyutunu temsil eder. Bu ilişki şöyle formüle edilir: Büyük Doğu, ruhun eşya ve hadiseler karşısındaki «nasıl» tavrını temsil ederken, İbda bu sistemin «niçin»ini, yani teorik ve tecrit boyutunu oluşturur. Hegel ve Marx'a yöneltilen "mihraksızlık" eleştirisi, İbda diyalektiğinin fikrî zeminini anlamak için bir anahtar işlevi görür. Mirzabeyoğlu, Batı düşüncesinin görecelilik problemlerini aşacak sağlam bir alternatif sunar.
İbda diyalektiğinin en temel ayırt edici özelliği, sistemi "Mutlak Fikir" kavramı üzerine inşa etmesidir. Mirzabeyoğlu'nun düşünce sisteminin merkezine yerleştirdiği "Mutlak Fikrin Gerekliliği" kavramı, Hegel ve Marx gibi düşünürlerin kendi içinde kapalı kalan sistemlerine karşı, tüm göreceli ve ucu açık doğruları kendisine ircâ ettirecek (geri döndürecek) bir mihrak noktası teklif eder. Bu perspektife göre bilgi, donmuş ve tamamlanmış bir yapı değil, "bilinmez" olandan sürekli devşirilen dinamik bir süreçtir. Tam da bu nedenle, Hegel ve Marx gibi mutlak bir ölçüden yoksun, sadece insan zihninin kendi içindeki hareketini esas alan diyalektik sistemler, kaçınılmaz olarak bir "çıkmazda" yakalanırlar. Hegel ve Marx’ta eksik olan "değişmez temeli" sağlayan bu kavram, Kur'an ve Sünnet'e dayalı mutlak hakikatler bütününü ifade eder. Bu, felsefi bir soyutlama değil, imana dayalı bir bedahettir. Hegel'in diyalektik bir süreç sonunda mutlaklaşan Mutlak Ruh’unun (Geist) aksine, İbda'nın Mutlak Fikir'i, ezeli olarak var olan ve tüm değişmelerin kendisine dayandığı değişmez bir hakikat zeminidir. Bu zemin, felsefenin en temel problemlerinden biri olan "değişme ile değişmezlik" arasındaki zıtlığı çözer. Hakikat, Hegel ve Marx'taki gibi sürekli akıp giden ve temelsiz bir süreç değil, "değişmez temele dayanan değişmeler" bütünüdür.
Bu bağlamda İbda, "zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı" olarak tanımlanır. Bu tanım, Hegel'in "varlık-yokluk" gibi imkânsız bir sentezinden farklıdır. İbda diyalektiği, karşıtlıkları yok ederek değil, onları daha üst bir hakikat nizamı içinde birleştirerek ve dengeleyerek aşmayı hedefler. Kendisini rasyonel mantığın sınırlamalarını aşan bir "mantık üstü mantık" olarak konumlandıran bu sistem, nihai hedef olarak her meseleyi ve hakikati Allah ve Resulü'nün terazisinde tartmayı amaçlar. Bu teorik temel, sistemin işleyişini sağlayan kendine has epistemolojik araçlarla tamamlanır.
5. İbda Diyalektiğinin İşleyişi: Tevil ve Bedahet
İbda diyalektiği, sadece teorik bir temelden ibaret olmayıp, aynı zamanda kendine özgü epistemolojik ve metodolojik araçlara sahiptir. Sistemin temel metodu tevildir. Tevil, basit bir yorumlama (tefsir) faaliyetinin ötesinde, her meseleyi, her fikri ve her olguyu aslına, yani "Mutlak Fikir"e döndürme ve ona göre yeniden anlamlandırma ("irca etme") faaliyetidir. Marx’ın metodu her şeyi maddi koşullara indirgerken, İbda’nın Tevil metodu, her hadiseyi mutlak ölçüler ışığında değerlendirerek onu ait olduğu aşkın kaynağa bağlar ve nihai anlamını kazandırır.
Sistemin hakikate ulaşma yolu ise bedahet kavramıyla ifade edilir. Bedahet, apaçık ve delile muhtaç olmayan bilgi anlamına gelir. Hegel'in sistemi rasyonel bir süreçte sonsuzca ilerlerken, İbda'nın Bedahet'e dayanması, sisteme kuru akıl yürütmeyle ispatı gerekmeyen sarsılmaz bir çapa sunar. Hakikat, "ruhun ruhla sezilişi" gibi sezgiye dayalı doğrudan bir kavrayışla elde edilir. Bu bağlamda İslami hükümler, felsefenin aradığı ontolojik hakikatlerin nihai kaynağı olarak konumlandırılır:
«Bedahetler; felsefenin "ontoloji» metoduna mevzu olan, peşin ve apaçık hakikatler ki, hakikatin hakikati halinde İslâm'da...»
Bu iki kavram, tevil ve bedahet, sistemi rasyonel ve maddi bir analiz çerçevesinden çıkarıp, onu ruhçu ve aşkın bir temele oturtarak, hakikate ulaşmada aklı ve maddeyi aşan bir yol haritası sunar.
Sonuç: Üç Ayrı Diyalektik, Üç Ayrı Hakikat Anlayışı
Bu analiz, Hegel, Marx ve İbda diyalektiklerinin sadece farklı metodolojik araçlar kullanan sistemler olmadığını, aynı zamanda birbirine zıt varlık ve hakikat anlayışlarına dayandığını ortaya koymuştur.
Nihayetinde İbda diyalektiği, Batı felsefesinin "varlık-yokluk" gibi temel açmazlarını ve "değişmez bir temel"den yoksun hakikat arayışını, meseleyi aşkın bir "Mutlak Hakikat" zeminine taşıyarak çözme iddiasındadır. Bu yönüyle, sadece bir felsefi sistem değil, aynı zamanda bütüncül bir dünya görüşü ve hayat nizamı sunma amacı taşır.
_edited.jpg)


