Bergson'un Dört Hamlesi (2) - Yaratıcı Tekâmül
- Reha Kansu

- 6 Eyl
- 17 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 13 Eyl

Bergson hakkındaki ilk yazımız, “Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri” ve “Madde ve Hafıza” eserlerinin analizinden oluşuyordu. (Bkz: Bergson'un Dört Hamlesi -1) Şimdi sıra, Bergson’un düşünce serüveninde üçüncü büyük adıma, belki de onun en tesirli kitabı olan “Yaratıcı Tekâmül”e gelmiştir. Bu eser, hem çağının biyolojik tartışmalarına doğrudan katılması hem de Bergson’un özgün felsefî kavramlarını olgunlaştırması bakımından, onun külliyatında ayrı bir mertebeye sahiptir.
Yaratıcı Tekâmül (L’évolution Créatrice, 1907)
20. yüzyılın başına gelindiğinde Darwin’in evrim teorisi Avrupa düşüncesini sarsmıştı. Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim anlayışı, canlıların gelişimini tesadüfi varyasyonların birikimi ve çevreye uyum süreçleriyle açıklıyordu. Spencer gibi düşünürler bu görüşü daha da ileri götürerek evrimi topluma, ahlaka ve kültüre uygulamıştı. Bergson, bu tartışmalara doğrudan katılır. Ancak ne mekanik Darwinci evrim ne de teleolojik (amaçlı-gaî) açıklamaları yeterli bulur. Ona göre hayat, ne kör determinizm zincirlerinin ürünü ne de önceden belirlenmiş (deterministik) statik bir planın gerçekleşmesidir. Yaratıcı Tekamül, Darwinci mekanik seçilim teorisi ile teleolojik evrim anlayışının ötesinde yeni bir perspektif arayışıdır. Bu kitapta Bergson, Darwinci adaptasyon fikrine ve mekanik determinizm anlayışına eleştiri getirirken, evrimin sırf tesadüfi ya da mekanik süreçlerle açıklanamayacağını, onun özünde yaratıcı bir hamle bulunduğunu savunur. Hayat, içten gelen bir yaratıcı hamlenin –Bergson’un terimiyle élan vital’in– sürekli açılımıdır. Bu yaratıcı hamle, hem evrimdeki "beklenmedik" yenilikleri hem de canlıların "çeşitlenmesini" anlamanın anahtarıdır.
1) Akılcı Metodun Canlılık Fenomenine Yaklaşımı Üzerine Tartışma
Önceki yazımızda açıkladığımız gibi, Bergson'un, cansız dünyayı tasvir eden saat zamanının bölünebilirlik ve ölçülebilirlik özelliklerinden farklı olarak, "şuurun yaşadığı zaman" olarak tanımladığı süre, bölünmez ve sürekli bir akış olarak cereyan eder. Sürede “an”ların keskin sınırları yoktur; bir ezgiyi dinler gibi, önceki tonlar sonraki tonlara karışarak ilerler. Analitik zihin (akıl), bu akışı “an”lara ve “parça”lara ayırıp mekânlaştırır; böyle yapınca, bütünün birliği içinde doğan sürekli eylemi süreksiz parçaların toplamı sanır. Bu ayrım evrime uygulandığı takdirde ortaya ilginç sonuçlar çıkar. Biyolojide, süreyi göz ardı edip saat zamanına başvurmak, canlı oluşu ölü şemalara hapsetmek demektir. İşte Bergson’a göre evrim tartışmalarında yapılan esas hata budur: İçten doğan canlı hamleyi (hayatın tek ve kesintisiz hamlesini) yüzeye ait dış parçalara (organlar, dokular, moleküller) indirgemek.
Aklın yaklaşımı üzerinde durmak gerekir. Bergson'a göre aklın ödevi, vücudumuzu çevresine uydurmak, dış şeyler arasındaki münasebetleri anlamak ve nihayet maddeyi düşünmektir. Çünkü insan aklı, esasen eylem için vardır; nitekim düşünce bir lüks, iş ise zarurettir. İş yapmak, önce bir amaç belirlemeyi, plan kurmayı ve bu planı gerçekleştirecek araçları seçmeyi gerektirir. Bunun için tabiattaki benzerlikleri bulur ve kozalite (sebeplilik) ilkesini uygularız. Bu ilke, zihinde yerleştikçe mekanik bir hâl alır. Hem pratik bilgi hem de bilim, tekrar eden yönleri esas alır; yeni olanı da geçmişin tekrarına indirger. Bu yüzden düşünce, alışılmış şemalardan kopmadıkça zamanın akışındaki tek ve geri dönmez olanı göremez.
Aklın esas fonksiyonu, fiil ve hareketlerimizi aydınlatmak, eşya üzerindeki tesirlerimizi hazırlamak, muayyen bir halde birbirlerini takip edebilecek elverişli ve elverişsiz olguları önceden keşfetmektir. Önceden bilinen şeylere benzeyenleri içgüdü tarzında ayıran akıl, prensibi olan “tıpkı tıpkıyı hâsıl eder” formülünü uygulayabilmek için birbirine benzeyen şeyleri arar. Pratik bilgi gibi ilim de eşyadan ancak tekrarlanan tarafları alır. Orijinal bir şeyi geçmişin yaklaşık bir tekrarı sayılabilecek şekilde unsurlara ayırır ve ancak tekrarlandığı sanılan, yani sürenin etkisinden kurtulduğu farz edilen bir şey üzerinde çalışabilir. Düşüncenin temel isteklerine cevap olan ilmî alışkanlıklarla ilgiyi kesmedikçe mütevali anlarda bulunan irca olunamaz ve geriye dönemez kısımları göremez.
Dolayısıyla insan aklı, cansız ve katı şeyler arasında kendini güvende hisseder. Bu nedenle akıl, geometride başarılıdır ama hayatın özünü ve tekâmülün derin anlamını kavrayamaz. Buna rağmen evrimci felsefe, cansız dünyadaki açıklama tarzlarını canlı olana da kolayca uygulamaktadır.
İnsan aklı, hareketsiz şeyler ve hele katı cisimler arasında bırakıldığı müddetçe kendisini daima evinde hisseder; çünkü faaliyetimiz dayanak noktasını, sanayiimiz çalışma aletlerini burada bulur, kavramlarımız da katı cisimlerin tasavvurlarına göre yoğrulmuş, hele mantığımız bir katılar mantığı olmuş, aklımızın geometride muzaffer olması da bundan ileri gelmiştir. (...) Sırf mantıkî olan düşüncemiz, hayatın gerçek özünü, tekâmül hareketinin derin manasını anlayabilecek gibi değildir; hayatın belli haller içinde ve belli şeylere müessir olmak üzere yarattığı bir düşünce, tekâmül hareketiyle ve onun yolu üzerinde vücut bulan akıl, içinden çıktığı yahut da sadece bir parçasını teşkil ettiği hayatı nasıl kucaklayabilir? (...) Akıl, hayata nazaran; dalgaların kıyıya ittiği çakıl taşları gibidir; hayat aklın şeklini çizmiştir, tersi değil. (...) Akıl, kendisini doğuran sebep içinde görülmeli; ancak o zaman yakalanıp hareketleri takip edilebilir. (...) Akıl, cansız şeyler arasında dolaşırken kendinden pek emin… Bu yüzden sırf muhakeme ürünü bir biyolojik keşif göstermek zordur. (...) Böyleyken evrimci felsefe, ham maddede başarılan açıklama tarzlarını hayati şeylere de tereddütsüz teşmil ediyor.
Akıl bizzat hayatın bir ürünü olduğundan, kendisini doğuran sebebi, yani hayatı anlamaya elverişli değildir. Böylece Bergson, "süre" kavramını biyolojik süreçlerde göstermek için bir kez daha şuur analizine başlar.
2) Bergson'un Canlı Varlığı ve Tekâmülü Anlama Metodu: Süre
Bergson'a göre şuur bir eşya değildir ki, etkilendiği sebepler bir makinenin çarklarını çeviren dişliler gibi sıralansın. Hafızamız bir çekmece gözü değildir ki, ara sıra açılıp bakılsın. İrademiz bir terazi değildir ki, kararlarımız da hür olmaktan çıkıp ağır basan kefelerin yükünden ibaret olsun. Nedir peki?
Şuur söz konusu olduğunda, zamanın akışı ve şuuru yoğuruşu da devreye girer. Bergson'a göre, insanın şuuru geçmişle yüklü olsa da geri döndürülemez ve öngörülemez bir değişme içinde her ân yeni bir geleceğe doğru sarkar. Ancak zayıf bir kısmını seçebildiğimiz geçmiş, aslında her an geleceği kemirerek ilerler ve durmadan büyür. Her yeni an, bizi yoğurur ve durmaksızın geçmiş geçmişin üzerine yığılır. Artık içinde bulunulan durum değişmese de kimse bir an öncekiyle aynı kişi değildir, şuur aynı hâli ikinci defa tekrar etmez ve yaşanan zaman geri döndürülemez.
Bitmiş bir portre, ressamın kendi tabiatıyla, modelin fizyonomisiyle ve palete koyduğu renklerle açıklanabilir; ancak ressamın kendisi bile önceden göremeyeceği için yapacağı portreyi tastamam kestiremez. İnsan da sanatkârı olduğu hayatının her ânında böyledir. İnsan iradesi ancak şahsî ve orijinaldir; şuurun derinliklerindeki kesiksiz oluş, karar halinde şuur yüzüne çıkar ve aksiyon halinde kristalize olur. Bu türden hür ve şahsî bir eylem de bir daha kendini tekrarlamaz. Şuurlu bir varlık olarak var olmak değişmek demektir; olgunlaşmak ve boyuna kendi kendini yaratmak demektir. Öyleyse hayat da şuur faaliyeti gibi kesiksiz bir yaratma mıdır?
Tekâmül, geçmişin şimdi yoluyla sürmesini gerektirdiğine göre canlı varlık, şuurun daimî değişme ve geçmişi şimdide taşıma gibi özelliklerini paylaşır. Canlı bir cisim bir ân önceki haliyle izah edilemezken, cansız bir cisim, daima bir ân önceki haline tâbidir. Cansız madde gerçek anlamda değişmez; ya olduğu gibi kalır yahut değişmeyen parçalar dıştan bir etkiyle yalnızca yer değiştirir. Yer değiştiren bir parça ise tekrar eski yerini alabilir. Dolayısıyla cansız maddenin bir tarihi yoktur. Maddenin zamanı, bir çizgiyi oluşturan noktalar gibi statik bir zamandır; daha açıkça, öngörülebilirdir! Cansız madde için geçen bir zamandan söz edebilmek için, şekerin suda erimesini bekleyen insan misali, ancak sürecin şuurda yaşanılması gerekir.
Bergson, canlı varlığın cansız varlıktan ayrılığını, onun aklı aşan "sürekliliğini" vurgulayarak dile getirir:
Cansız madde ile canlı madde esasta aynı bile olsa, canlı varlık doğal bir sistemdir ve hayat, ilmin cansız maddeden soyutladığı yapma sistemlere değil, ancak kâinatın bütününe benzetilebilir. Nitekim akıl ve idrakin, bütünden yapma olarak ayırdığı parça görüşler, hakiki parçalar olmayabilir; yani bütün, hiç parçalanma kabul etmeyen bir süreklilik de olabilir. Hâlbuki parça görüşlerin uç uca eklenmesiyle bütünün sentezini yapmak şöyle dursun, ona başlanamaz bile. Hayatı fiziko-şimik olaylara indirgeyerek çözme iddiası, organik süreçlerde gittikçe artan fiziko-şimik olaylar bulunsa bile, eğri bir çizginin çok küçük bir parçasını alarak çizginin düz olduğunu iddia etmekten farklı bir şey değildir. Oysa eğri bir çizgi düz çizgilerden meydana gelmediği gibi, hayat da hakikatte fiziko-şimik unsurlardan terekküp etmez.
Buna göre amip gibi en basit tek hücrelilerin hareketleri bile fizik ve kimya yoluyla tam olarak açıklanamaz. Fiziko-kimya, canlılığın esasına değil, yalnızca “enerjinin alçalması” gibi ölü süreçlere uygulanabilir.
Organizmayı geliştiren hayat, doğumdan önce embriyonda başlayan gelişmenin devamıdır; şekil değiştirmenin duyulmayacak kadar azalmasıyla ihtiyarlama baş gösterir, dokular katılaşır ve vücutta tortu birikir. Mekanistik açıklamalar da işte bu organik yıkım süreciyle ilgilenir.
Özümleme, büyüme ve üreme gibi yaşamsal faaliyetler ise bu analizle kavranamaz. Hücre biyolojisindeki gelişmeler, her şeyi fizik ve kimyaya indirgeme eğilimini zayıflatmış, cansız dünya ile canlılar arasındaki uçurumu daha da belirginleştirmiştir. Sadece tekrar eden fonksiyonlarla uğraşan mekanistik biyoloji, hayatın özünü gözden kaçırır. Oysa “süre”, en basit canlılardan en karmaşıklarına kadar organizmayı mekanizmden ayıran temel unsurdur.
Bergson bu hususta son sözünü şöyle söyler:
Tekâmülün yeri değiştirilmeli, görülen bir yerden görülmeyen bir yere kaldırılmalı; canlı şekillerin hep birden bir anda belirmeyip sırtı sıra oluştukları paleontolojik belgelere göre zorunlu olarak kabul edilse bile aralarında farz edilen akrabalığın maddî değil, ideal bir akrabalık olduğu görülmeli. Akıl dirense de canlı şekiller orijinaldir ve önceden keşfedilemez.
3) Mekanizm ve Finalizmin Yanılgıları
Özetle Bergson'a göre, transformizmin (evrim ve dönüşüm fikrinin) kabulü, evrimi nasıl anladığımız sorusunu ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü canlı varlıklara düşüncemizin alıştığı şekilleri uygulamaktan ileri gelen zorluk ve çelişkiler söz konusudur. Bu şekiller, "müdrikemizin kullandığı iki hazır elbise", mekanizm ve finalizmdir. Canlıların tekâmülü söz konusu olduğunda mekanizm, küçük varyasyonların seçilimle birikip karmaşık organlara dönüştüğünü söyler; finalizmse organların hedefe göre baştan tasarlandığını varsayar. Bergson, iki yaklaşımın ortak kusurunu ifşa eder: ikisi de oluşu dondurur -biri geçmiş kesitlerin zinciri, öteki gelecek planının gölgesi olarak. Buna karşı, evrimde yeni olanı doğuran şeyin “dıştan dayatılan” bir zorunluluk ya da “önceden çizilmiş” bir proje değil, içten gelen bir yönelme olduğunu savunur.
Darwin’in evrim teorisinde adaptasyon, evrimin açıklayıcı ilkesi olarak merkezde yer alır. Ancak Bergson, adaptasyonun tekâmülün yeniliğini açıklamakta yetersiz olduğunu ileri sürer. Adaptasyon yalnızca canlı varlık ortaya çıktıktan sonra onun varlığını geriye dönük biçimde haklı çıkarır. Üstelik Bergson'un tespitine göre, Darwinci gelenekte adaptasyon, çoğu kez biri aktif, diğeri pasif olmak üzere iki anlam arasında salınır. Birincisi, esasta elemedir; pozitif biçimlenmeyi açıklamaz. İkincisi ise çevreyi gereğinden fazla determinatif kılar; oysa “uyum”, suyun kabın şeklini alması gibi pasif bir yerleşme değildir. Bergsoncu bakış ise aktif hayatın çevreden istifade ettiğini, faydalıyı özümseyip zararlıyı etkisizleştirdiğini; yani alınacak yeni biçimin içten kurulup dış şartların yalnızca uyaran ve malzeme sağladığını vurgular.
De Vries’in mutasyonculuğu, Eimer’in ortogenezi, neo-Lamarckçılığın “kazanılmış özellikler”i de eksik kalır: Her biri bir ışık tutar ama yaratıcı kaynağı bütünüyle aydınlatmaz. Bergson’un ölçüsü nettir: Bu kuramlar, ortaya çıkmış düzeni güzelce “açıklar”; fakat niçin sorusunu, yani yeniliğin kaynağını geri iter. Evrim yalnızca uyumun tarihi değildir; yaratmanın tarihidir. Başka bir deyişle, adaptasyon türün “nasıl hayatta kaldığını” anlatır, fakat “neden ortaya çıktığını” açıklayamaz. Bergson’a göre evrimde asıl önemli olan, şuur sıçramaları, yeni organların oluşumu ve türlerin beklenmedik doğuşudur. Çünkü canlı türlerinin ortaya çıkışı, mekanik süreçlerin ötesinde sürekli bir yenilik ve yaratıcılık gösterir. Bunlar, çevre baskılarının mekanik tepkilerinden değil, hayatın içten gelen yaratıcı hamlesinden kaynaklanır.
Lamarck’ın görüşünde evrim, “kazanılmış özelliklerin aktarımı” üzerinden açıklanır. Çevreye uyum sağlayan organizmalar, bu özellikleri sonraki nesillere aktarır. Bergson, bu yaklaşımı da sınırlı bulur. Çünkü Lamarck, hayatı pasif ve çevrenin şartlarına boyun eğen bir olgu olarak yorumlar. Oysa Bergson’a göre yaşam, sadece uyum değil, aynı zamanda “fazlalık” ve “yaratım” üretir. Çevre, yaratıcı hamlenin taşkınlığını şekillendirir; fakat yaratıcı olanın kaynağı değildir. Dolayısıyla evrimin kökeninde, çevreye adaptasyondan çok hayatın kendi iç dinamizmi vardır.
Diğer yanda teleolojik (gayeci) açıklamalar vardır. Finalizm, hayatı sanki baştan belirlenmiş bir hedefe doğru ilerliyormuş gibi yorumlar; baştan verilmiş bir “gaye”nin plana göre gerçekleştiğini varsayar. Bergson bu görüşü de yetersiz bulur. Bu da yine tersinden determinist bir görüştür. Yaratıcılık ve beklenmedik yeniliği görmezden gelir; oysa hayat hamlesi açıldıkça yönünü duyuran bir yaratmadır, hazır bir planın yürütümü değil. Eğer her şey baştan belirlenmişse, doğadaki yaratıcı yenilik açıklanamaz. Yeni türler, yeni organlar, yeni şuur biçimleri önceden yazılmış bir plana indirgenemez.
Bergson’a göre mekanist ve teleolojik okullar aynı hatayı paylaşır: Zamanı mekanlaştırır, hareketi durağan kesitlerin toplamı sanır; böylece yaratıcı süreç, “sinematografik” bir yanılsamayla (ardışık kareleri hızla oynatıp hareket vehmetmek gibi) yanlış kavranır. Hayat hamlesi, maddeyle çarpışa çarpışa ilerler; maddenin direnci içinde yollar açar. Bu çarpışma, belirli örüntüler (organlar, dokular, türler) ortaya çıkarır; fakat bu örüntüler neden değildir, izdir. Bergson’a göre bu iki kampı tekleştiren şey, zamanın mekanlaştırılmasıdır: Biri geçmiş kesitlerin zinciriyle (mekanizm), diğeri gelecek şemasının gölgesiyle (finalizm) hareketi açıklar; hareketin, oluşun, yaratmanın kendisini (süreyi) yakalayamazlar.
4) Göz Örneği ve "Hafif Değişmeler" Hipotezinin Eleştirisi
Bergson’un göz üzerinden geliştirdiği itirazın odağı da (“neden bu kadar karmaşık bir organ?” sorusundan çok) içten gelen tek ve bölünmez bir hamlenin dışarıda bıraktığı çoklu ve karmaşık izleri (sonuçları) mekanik olarak açıklamaya kalkmanın yanlışlığıdır. Onun meşhur demir tozu tasviri tam da bunu anlatır: Bir demir tozu yığınının içinden kolumuzu bir seferde, tek ve bölünmez bir hareketle geçiririz; demir tozlarıysa bu tek hareketin etkisiyle yeni bir şekil alır. Şekiller çok, hareket birdir. Şekiller kolun hareketini “açıklamaz”; ancak onun sonucu ve “izleri”dir.
...elimin ilerledikçe sıkışan ve direnen bir demir tozu yığınını yarıp geçtiğini hayal edelim. Bir noktada elimin çabası tükenir; işte tam o anda demir tozu tanecikleri yan yana gelmiş ve düzenlenmiş olarak belirli bir şekil almış olur—durmuş elin ve kolun bir bölümünün biçimi. Şimdi elin ve kolun görünmez kaldığını varsayalım. Seyirciler, düzenin nedenini taneciklerin içinde ve yığın içi kuvvetlerde arayacaklardır: Kimisinin her taneciğin konumunu komşu taneciklerin etkisine bağlaması, onları mekanist yapar; kimisinin de bu etkilerin ayrıntısına bir üst planın egemen olduğunu istemesi, onları finalist yapar. Oysa hakikat, demiri yaran elin tek ve bölünmez eyleminin gerçekleşmiş olmasıdır.
Olağanüstü karmaşık bir organ olan göz için de böyledir: “Görme” tek ve basit bir fonksiyondur; gözün mercek, retina, kaslar, sinirler vb. unsurları ise bu tek fonksiyon etrafında “yerleşmiş” çoklu, kompleks, girift bir organizasyondur. Bu “girift yapı-basit fonksiyon” durumu, mekanizm (küçük varyasyonların seçilimi) ile finalizmi (önceden çizilmiş plan) aynı anda zorlar. Bu düzen, görme eylemini doğuran neden değildir; görme yöneliminin madde içindeki izdüşümüdür, görme hamlesinin maddeyi organize etmesi ve onda yerleşmesidir.
İşte bizim önerdiğimiz varsayımda, görme ile görme aygıtı arasındaki ilgi, elin demir tozu içinden geçerken hareketini çizen, kanalize eden ve sınırlayan demir tozuna yaklaşık olarak denktir… Elin çabası ne kadar büyükse, demir tozunun içine o kadar derin iner; fakat nerede durursa dursun, tanecikler anında ve kendiliklerinden dengeye gelir, birbirleriyle uyumlanırlar. Görme ve görme organı arasında da durum budur.
Mekanist biyoloji parçaları tek tek açıklar, aralarındaki fonksiyonel uyumu gösterir; fakat bunlardan yola çıkarak “görme”nin doğuşunu kavradığını sanır. Yüzeyde gerçekleşen hareketi tekâmülün kendisi ve sebebi olarak açıklar. Halbuki parçaların uyumu, içten doğan hamlenin ortaya çıkardığı sonraki düzendir; “neden”in kendisi değildir. Yüzeyde seyreden değişimin kronolojisi, hamlenin keyfiyet halindeki birliğini açıklamaz. Parçaları üst üste koymakla “görme” icat edilmiş olmaz. Tıpkı demir tozu şekillerini üst üste getirerek “kolun hareketini” elde edemeyeceğimiz gibi.
Dolayısıyla Darwin, “insensible” (hissedilmez, çok küçük) varyasyonların seçilimle birikimini gösterse de Bergson’a göre bu anlatı çoğu kez post-faktum kalır: karmaşık ve eşzamanlı uyum gerektiren organlarda parçaların birbiriyle eşgüdümü-koordinasyonu nasıl mümkün olmuştur? Bergson'un buna esaslı eleştirileri olacaktır.
Darwin, pek küçük varyasyonlardan söz etmiş ve bunların doğal seçilimin etkisiyle birikeceğini söylemişti; ani varyasyonların (kendi deyimiyle sports) varlığını bilmiyor değildi ama onlara göre bunlar sürmesi imkânsız ucubeliklerdi; türlerin oluşumunu ise sezilemeyecek derecede küçük farkların birikimiyle açıklıyordu. Bugün de birçok doğa bilimci bu görüştedir. Yine de bu görüşün karşısına, bir türün büsbütün birdenbire—öncekilerden epey farklı birkaç yeni özelliğin eşzamanlı ortaya çıkışıyla—kurulduğunu söyleyen düşünce giderek daha fazla geçerlik kazanıyor…
Göz, karmaşık yapısıyla bir makineye benzer. Kornea, mercek, retina ve sinir ağları kusursuz bir uyum içinde çalışır. Bu uyumun yalnızca rastlantıların birikimiyle ortaya çıktığını söylemek akla aykırıdır. Dahası, göz yalnızca bir defa evrimleşmemiştir. Omurgalılarla yumuşakçaların gözleri birbirine benzer olmasına rağmen farklı kökenlerden doğmuştur: Omurgalılarda retina beynin taslağından gelişirken, yumuşakçalarda doğrudan ektodermden çıkar. Yani aynı işlev farklı yollarla yeniden üretilmiştir. Daha da ilginç olan, bazı türlerde gözün parçalarının kendini yenilemesidir. Triton semenderi irisinden yeni bir mercek oluşturabilir. Aynı organın farklı süreçlerden tekrar tekrar ortaya çıkması, hayatın ne yalnızca rastlantıya ne de önceden yazılmış bir plana indirgenebileceğini açıkça gösterir.
Bergson, bu noktada kendi özgün kavramını devreye sokar: élan vital, yani hayat hamlesi. Hayat, özünde ileriye doğru fışkıran, dallara ayrılan, sürekli yeni biçimler doğuran bir güçtür. Türler, bu hamlenin farklı yönlere açılmış kollarıdır. Aralarındaki uzaklığa rağmen aynı çözümün farklı çizgilerde yeniden ortaya çıkabilmesi, bu ortak basıncın işaretidir. Göz örneği, bu hamlenin damgasını taşır. Bununla birlikte, aynı organik çözümün farklı soylarda birbirinden bağımsız biçimde belirivermesi de sırf “tesadüflerin birikimi” ile açıklanamaz. Benzer organlar, aynı çevrenin zorunlu tek çözümü oldukları için değil; aynı iç hamlenin farklı kollarda tekrar tekrar yer edinmesinin işaretleri oldukları için benzerdir. Organın formu, işlevin (görmenin) yerleşme derecesini ifade eder; adaptasyon ancak sonradan düzenleyici bir rol oynar. Mesela omurgalı gözü ile yumuşakça (tarak midyesi) gözü yapı bakımından dikkat çekici biçimde benzerdir (retina, kornea, mercek vb.), oysa iki soy çok önceden ayrılmıştır.
Şimdi, bir Omurgalının gözü ile bir Yumuşakçanın —örneğin Peigne (tarak midyesi)— gözünü yan yana koyalım. Her ikisinde de aynı temel parçalar var ve bunlar benzer öğelerden oluşuyor: tarak midyesinin gözünde retina, kornea, hücre yapılı bir mercek (cristallin) bizimkine benzer biçimde bulunur; hatta onda, omurgasızların retinasında genellikle görülmeyen o özgül tersine dönme (inversion) özelliğine kadar rastlanır. Oysa Yumuşakçaların kökeni tartışmalı olsa bile, hangi görüş benimsenirse benimsensin, Yumuşakçalarla Omurgalıların, tarak midyesininki kadar karmaşık bir gözün ortaya çıkışından çok önce, ortak gövdelerinden ayrıldıkları kabul edilir. O halde bu yapısal benzerlik nereden geliyor?
Ayrıca aynı göz bileşenleri, farklı embriyolojik süreçlerden (omurgalıda beyin çıkıntısı, yumuşakçada doğrudan ektoderm) gelebilmektedir; hatta lens, farklı kökenli dokulardan yenilenebilmektedir. Yani aynı etki, başka kombinasyonlarla üretilebilmektedir. Bu, içten gelen yön verici bir ilkeyi ima eder.
Böylece, insan ile tarak midyesinde aynı retinanın gelişimi, farklı evrimsel süreçlerin ürünüdür. Ama iki uzak organizmayı karşılaştırmaya bile gerek kalmadan, aynı organizma içinde bazı çok ilginç rejenerasyon olguları incelendiğinde aynı sonuca varılır: Bir Triton’un merceğini (cristallin) çıkarırsanız, merceğin iris tarafından yeniden oluşturulduğuna tanık olursunuz. Oysa ilk mercek ektodermden meydana gelmişti; iris ise mezoderm kökenlidir. Dahası: Salamandra maculata’da mercek, iris korunarak çıkarılırsa, mercek rejenerasyonu yine irisin üst kısmı tarafından gerçekleşir; ama irisin üst kısmının kendisi de alınırsa, rejenerasyon bu kez geri kalan bölgenin iç (retinal) katmanında filizlenir. Demek ki konumları, yapıları ve normalde gördükleri işlevler farklı olan parçalar, aynı ikmali başarabilecek ve gerektiğinde aynı makine parçasını “imal edebilecek” durumdadır. Burada gerçekten aynı etki, nedenlerin çeşitli bileşimleriyle elde edilmektedir. İster istemez, bu etkilerin yakınsamalarını açıklamak için içsel bir yön ilkesine başvurmak gerekir; böyle bir yakınsamanın olanağı, ne (neo-)Darwinci sezilemez küçük rastlantısal varyasyonlar tezinde, ne ani rastlantısal varyasyonlar varsayımında, ne de dış kuvvetlerle iç kuvvetlerin mekanik bileşimi üzerinden organların evrimine tanımlı yönler atayan kuramda görünür.
Bergson bunları söylerken bilimi küçümsemez; zooloji, fizyoloji, embriyoloji olmadan konuşmaz. Ancak bilimin sınırını çizer: Bilim, figürleri (organları, parçaları, fonksiyonel ilişkileri) betimler ve aralarındaki düzeni açıklar; felsefe ise bu düzenin içinden doğduğu hamleyi kavrar. Göz anatomisinin başarıyla çözümlenmesi, görmenin metafiziğinin çözüldüğü anlamına gelmez; tıpkı demir tozu figürlerinin ayrıntılı haritasının “kolun hareketini” yakalamaya yetmemesi gibi. Analiz, giriftliği çözer; fakat birliği yaratamaz. O birlik ancak sezgiyle—yani eylemin kendi süresine nüfuz ederek—kavranır.
Burada Bergson’un “süre” kavramı yeniden devreye girer. Hayatın evrimi, mekanik zamanın parçalı dizilişiyle değil, süre içinde kesintisiz bir yaratma olarak anlaşılmalıdır. Bir türün gelişimi, önceden hesaplanabilir bir makine düzeni değil, sürekli yeni imkânların ortaya çıktığı bir süreçtir. Bu nedenle evrim-tekâmül, öngörülemezdir; çünkü yaratıcıdır.
Darwin’in modeli, küçük varyasyonların zamanla birikip çevreye uyumlu hale gelmesi üzerine kuruluydu. Gözün oluşumu, basit ışık duyarlı hücrelerden başlayıp yavaş yavaş bugünkü karmaşık yapıya evrilmişti. Fakat Bergson'a göre mekanizmin "küçük farkların seçilimle birikmesi" fikri, yeniliğin kaynağını açıklamaz. Adaptasyonu post-faktum bir açıklama aracı olarak kullanır. Yani ortaya çıkmış düzeni geriye dönük haklı çıkarır; yaratma hamlesinin niçinini vermez. Çünkü organlar ve işlevler, çoğu zaman tamamlanmadan işe yaramaz. Dolayısıyla küçük varyasyonların yavaş yavaş birikmesi ve işe yarar hale gelmesi pek açıklayıcı değildir. Bu yüzden adaptasyon açıklaması, yaratıcı yeniliğin sıçramasını gözden kaçırır. Hareketi durağan kesitlerin toplamı sandığı için süreyi ıskalar.
5) Yeni Bir Doktrin: Hayat Hamlesi (élan vital)
Bergson’a göre hayatı gerçekten kavrayabilmek için Darwinci mekanizmanın sınırlarını aşmak gerekir. Çünkü yaşamın özünde sürekli bir yenilik ve yaratıcı bir hareket vardır. Bu yaratıcı sıçramayı açıklamak için mekanizm ile finalizm arasında yeni bir yol açar ve buna “élan vital” yani hayat hamlesi adını verir.
Hayat hamlesi, ne önceden belirlenmiş gizli bir plan ne de kör bir kuvvet olarak anlaşılmalıdır. Daha çok, içten dışa doğru açılan, canlı bir eğilimdir. Kendi kendini gerçekleştirme sürecinde sürekli yeni biçimler ortaya koyan bu hamle, evrimin yaratıcı gücünü temsil eder. Bergson, evrimdeki yenilikleri sürekliliğin içinden doğan ani yaratımlar olarak tasvir eder: hayat hamlesi, maddeyle karşı karşıya geldiği anda birdenbire yeni bir form üretir.
Bu yeni form, yalnızca dış şartların zorlamasıyla değil, işleviyle birlikte ve “hazır” olarak doğar. Çevre, bu yaratımı sadece destekler ya da eler; ama yaratıcı anın kendisi çevreye uyumun mekanist açıklamalarıyla kavranamaz. Başka bir deyişle, çevre yalnızca hayat hamlesinin ürettiği formlar üzerinde seçici bir etki yapar, hangi izlerin kalacağını belirler. Gerçek yenilik ve yaratım ise, yaşamın derinliklerinden fışkıran bu hamlenin eseridir.
Buna göre hayat, sürekli olarak yeni biçimler doğuran bir süreçtir, bir hamledir. Kesintisiz bir akıştır; fakat maddeyle karşılaştığında statik biçimler alır ve gerektiğinde dallanır. Dallanma, hayatın kendine elverişli olabilecek farklı imkânların bulunduğu yeni yollar açmasıdır. Yeni ise önceden mümkünler listesinde hazır bekleyen bir seçenek değildir. Yeni, fiile gelmeden önce tasvir edilemez; icat anıyla birlikte imkân alanı genişler. Hayat hamlesi, mümkünleri de genişleterek ilerler.
Daha basit özetleyecek olursak, canlı türler, donmuş formlarının ardında tükenmeyen bir kaynağın, sürekli yenilenen bir hamlenin eseridir. Hayatın eserleri ise küçük birikimlerin toplamı değil, sürenin yaratıcılığından doğan anlık sıçramalardır. Organik form, parça parça eklenen bir montaj değil; bütünlüğün, parçaları yerli yerine koyan faaliyetidir. Parçaların toplamı bütünün düzenini vermez; tersine, bütünün düzeni parçaların rolünü tayin eder.
6) Hayat Hamlesinin Seyri
Bergson hayat hamlesinin seyrini edebi ve metafor yüklü bir dille tasvir eder. Ona göre canlı varlıkları, rüzgârın kaldırdığı bir toz kasırgasına benzetebiliriz. Toz zerreleri, adeta tek bir nefesin şiddetiyle havaya yükselir, fakat aynı anda yerçekiminin çağrısına kulak verir gibi ağır ağır geride kalır, dolambaçlı bir şekilde yol alır. İşte hayatın büyük hamlesi de böyledir: kökeninde sürekli bir hareket ve atılım vardır, fakat bu hareketin açığa çıkardığı canlı şekilleri çoğu kez sanki hareketsizmiş gibi görünür; kendi biçimlerinin durağanlığında donup kalır. Oysa hayat, baştan sona kendini aşma mücadelesi veren sınırlı bir kuvvettir. Onun yatağından damla damla dökülen türler, şekil kazandıkları anda bu şekle kapanır, kendilerine açılan hamlenin geniş ufkunu unutup kendi dar çerçevelerine çekilirler. Adeta yarı uykuda, içinde bulundukları imkânların keyfini sürmeye çalışırlar. Halbuki yaratıcı hamle, mümkün olduğunca düz bir çizgide ilerleme eğilimindedir. Ne var ki canlı türleri, bu yaratıcı doğrultunun sonsuz açılımına ayak uydurmak yerine çevrelerine uymanın ve en kolay biçimde faydalanmanın yollarına saparlar. Yaratıcı hayatın dinamik kudreti ile türlerin çevresel uyum arayışı arasındaki bu gerilim, evrimin hem sürekliliğini hem de dallanıp budaklanmasını açıklar.
Bergson'un anlatımına göre, hayatı, barutla doldurulmuş bir gülleye benzetebiliriz. Gülle patladığında, içinden fırlayan misketler etrafa yayılır ve her biri kendi patlayışını sürdürür. Bu patlayışın nedeni, barutun itici kuvvetiyle güllenin direnci arasındaki mücadeledir. İşte hayatın türlere ve bireylere ayrılması da bu şekilde açıklanabilir: Hammadde, hayatın içinde saklı bulunan gerilimli temayüllere direnç gösterir; hayat ise bu engeli aşabilmek için bir süre maddenin tabiatına uyar, onun alışkanlıklarını paylaşır. Fakat zamanla onu kendi yoluna çeker, manyetize eder. Bu sebeple hayatın en ilkel şekilleri oldukça basittir. İlk organizmaların içinde, onları sürekli daha yüksek formlara sürükleyen güçlü bir iç hamle vardır. Bu yüzden büyüyebildikleri kadar büyürler; büyümenin imkânsızlaştığı noktada ise ikiye bölünerek çoğalırlar. Aynı bir ağacın dallara ayrılması gibi, hayat da çekirdeğinde sakladığı temayüllerle farklı yönlerde açılır ve çeşitlenir. Bu yollardan yalnızca biri insana kadar ulaşan omurgalıların yoludur; diğer yolların bir kısmı verimli açılımlar yaratırken, bir kısmı da çıkmaz sokaklarda son bulmuştur.
Bu yolculuk sırasında hayat, karşılaştığı arazi şartlarına—yani maddenin engellerine—uyarak kıvrımlar ve zikzaklar çizmek zorunda kalmıştır. Ancak bütün bu engellere rağmen, yolların genel yönünü belirleyen şey, hayatın kendi içindeki eğilimdir. İlk hamle, kimi kollarda serbestçe ilerleyebilmiş, kimilerinde ise sapmalara, duraklamalara ve hatta gerilemelere uğramıştır. Hayatın bu büyük hamlesi bazen yarattığı yeni biçime dalıp orada oyalanır, adeta kendi büyüsüne kapılarak duraksar. Fakat en serbest işleyebildiği ana yönlerde, tekâmülün kapıları sonuna kadar açıktır. Çünkü evrim, özünde durmaksızın yaratma hareketidir. Bu hareket sayesinde canlılar âlemi, inanılmaz bir zenginliğe ve hiçbir zekânın önceden tasarlayamayacağı bir birliğe ulaşmıştır.
Kısaca ifade edersek, hayat hamlesi maddeye çarpar; direnç, akışı kanallara böler. Her kanalda “kolaylaşan” bir fonksiyon aşırı uzmanlaşarak dallanmayı hızlandırır. Bazı kollar olağanüstü bir başarı–uzmanlık (böcekler) yakalar ama esnekliği feda eder; bazı kollar esnekliği büyütür (omurgalı–insan) ama enerji, gelişim süresi, bakım maliyetini artırır. Bergson bazen yumuşakçaları, özellikle de sefalopodları (mürekkep balığı, ahtapot, kalamar) örnek gösterir. Çünkü onların duyusal ve hareket düzenekleri, omurgalılara şaşırtıcı biçimde benzer çözümler üretmiştir. En bilinen örnek: göz. Omurgalılarda göz, sinir tabakasının içten kıvrılmasıyla; sefalopodlarda ise bambaşka bir dokusal yoldan, dıştan içe doğru gelişir. İki yol tamamen ayrıdır, fakat sonuçta ikisi de aynı işlevi görür: net, keskin görme.
Bergson için bu durum çok çarpıcıdır. Çünkü evrimin tek bir çizgi üzerinde ilerlemediğini gösterir. Eğer evrim bir “plan” ya da “tek telos” olsaydı, göz hep aynı şekilde gelişmek zorunda kalırdı. Oysa doğa aynı ihtiyacı, ayrı kollarda bambaşka çözümlerle karşılamıştır. Bu yüzden sefalopod gözü, Bergson’un elinde yaratıcı tekâmülün canlı bir kanıtı haline gelir: hayat, her karşılaşmada farklı bir imkân açar, aynı soruna farklı çözümler üretir. Yani evrim, çizilmiş bir plana uyan tekrar değil, sürekli yenilik üreten bir hamledir.
Hayvanlarla bitkiler, çok önceden hep bir kökten ayrılmışlardır. Bitkiler hareketsizlikle uyuşmuşlar, hayvanlarsa aksine gittikçe uyanarak bir sinir sistemi kazanmaya doğru ilerlemişlerdir. Hayvanlar kendi yollarında ilk zamanlar basit, hareketlerini zorlaştıran bir kabuk içine hapsedilmişti. Bugün yumuşak pulları olan balıklar, eklembacaklılar ve o zamanın yumuşakçaları bugünkünden çok daha kabukluydular çünkü yumuşak organizmalar olabildiğince kendilerini korumak ve yutulmaktan kurtulmak temayülündeydi.
Bergson burada, bitki ve hayvanları sadece biyolojik ayrımlar olarak değil, hayat hamlesinin iki tamamlayıcı tezahürü olarak okur. Birinde enerji toplanır, diğerinde harcanır; biri köke, öteki harekete bağlıdır. Ama her ikisi de aynı “yaratıcı nefesin” farklı yönlerdeki uzantılarıdır.
Baştan ifade edersek, hayat, varlığını sürdürüp genişletmek için iki yönlü bir çaba içindedir: Bir yandan güneşin saçtığı kudreti toplamak, öte yandan da bu kudreti gerektiğinde patlatacak bir tetik bulmak. Ancak madde, bu iki eğilimin birlikte ve aynı yönde gelişmesine engel olmuştur. Bu engeli aşmak için hayat, artık bir arada barınamayan bu iki temayülü birbirinden ayırmış, böylece bitkiler ve hayvanlar ortaya çıkmıştır.
Bitkiler, güneşten gelen kuvveti toplayan yönü temsil eder; hayvanlar ise bu kuvveti harcayan yönü. Bu yüzden bitkiler, yaşamaları için gerekli olan azot ve karbonu oldukları yerde hava, su ve topraktan alabilirken; hayvanlar bunları kendi bünyelerinde depolayamaz, ancak bitkiler yoluyla elde ederler. Hayat, bitkilere ışığa duyarlı klorofili bahşederek güneşten kuvvet çekme imkânı vermiş; hayvanlara ise hareket özgürlüğü sağlayan sinir sistemini kazandırmıştır. Yani hayat, bitkilerde topladığı enerjiyi, hayvanlarda kullanmaya yönelmiştir. Bu iki büyük yol, aynı kaynaktan beslendikleri için birbirini tamamlar. Bitkiler ve hayvanlar, tekâmül yolunda gittikçe karmaşıklaşmış, kendi bünyeleri içinde yükseğe tırmanmışlardır. İşte bu yüzden, onları birbirinden ayırt etmeye yarayan vasıflar aslında mutlak değildir. Çünkü her iki âlemde de, başlangıçta ortak olan yönlerin izleri saklıdır. Bu izler bazen uyanarak kendini gösterir; kimi bitki türlerinde hayvanlara benzer tepkiler, kimi hayvan türlerinde de bitkilere özgü alışkanlıklar belirebilir.
Bergson’a göre hayvanlardaki çeşitlenme, iki hatta ayrılır: Eklembacaklıların yolu ve omurgalıların yolu. İkisi de aynı kökten çıkar, fakat yöneldikleri istikametler farklıdır.
Eklembacaklılar serisi, adeta sert kabuğuna hapsolmuş bir ustalıkla gelişir. Sinir sistemi dış iskeletin içine sıkışmış, her şey baştan sona düzenlenmiş gibidir. Bu yüzden arı, daha doğar doğmaz peteğini kusursuz yapar; örümcek ağını şaşmadan örer. Onların hayatı, mükemmelliğin içinde donup kalmış gibidir. Bir defa öğrendikleri şey, artık değişmez; adeta hayat hamlesinin otomatikleşmiş bir tezahürüdür. Böcekler âlemi, hayat hamlesinin içgüdüde doruğa tırmandığı yoldur. Burada davranış kalıpları doğuştan programlıdır: Arı, altıgen peteğini şaşmadan örer; karınca, kusursuz bir koloni düzeni kurar; ipekböceği, kozayı kusursuz bir biçimde sarar. Bunların hiçbiri öğrenilmez; doğar doğmaz “tam” olarak işler. Böcek için alet, bizzat organın kendisidir: iğnesi, hortumu, çenesi doğrudan işlevin bedenleşmiş halidir. Yani çözüm, doğrudan vücuda kazınmıştır. Bu yüzden böcek, çevresine müthiş bir verimlilikle uyum sağlar; ekzoskeleton ve segmentasyon sayesinde uzmanlaşır. Ama bu ustalık aynı zamanda kapanmış bir kaderdir: esneklik yoktur, davranış yenilik üretemez. Böceğin şuuru, sezgiye dayalı bir isabet gibidir: Her zaman doğruya varan, ama doğruyu yeniden kuramayan bir şuur. Bir hazır kalıbın içinden işleyen içgüdü.
Omurgalılar serisi ise daha serbest, daha esnek bir yol tutmuştur. Sinir sistemi içe çekilmiş, beyinde yoğunlaşmıştır. Bu yüzden onların hareketleri, önceden belirlenmiş kalıplara hapsolmaz; hata yaparlar, deneyerek öğrenirler, yeni yollar açarlar. Omurgalıların bu hattı insana kadar yükselmiş, hayatın özgür yaratıcılığa açılan kolu olmuştur. Böylece eklembacaklılar, hayatın içgüdüde doruğa ulaştığı seridir; hazır bir mükemmelliğin temsilcisi. Omurgalılar ise zekânın ve şuurun geliştiği seridir; kusurların içinde yenilik arayan yol. İki yol da hayatın nefhasından doğmuş, fakat yalnızca biri -omurgalıların yolu- geleceğe, insana ve özgürlüğe kadar açılmıştır. Böcek, hayat hamlesinin içgüdüde kilitlendiği yol; insan ise zekâda açıldığı ufuktur. Birinde doğuştan gelen hazır mükemmellik, diğerinde hatalarla, denemelerle açılan yaratıcı serüven. Hayat, aynı kökten çıkardığı bu iki yol üzerinden hem otomatik kusursuzluğu, hem özgür yaratıcılığı geliştirmiştir.
7) Sonuç: Hayat İbdâdır
Bergson’un vardığı netice açıktır: “La vie est invention.” (Hayat ibdâdır/icattır) Evrim, ne mekanik küçük farkların toplamıdır, ne de önceden çizilmiş bir planın yürüyüşü. Evrim, sürenin içinde kesintisiz bir yaratmadır. Hayat, ibdâdır; ibdâ ise önceden görülemez, geri sarılamaz, yalnızca yaşanırken anlaşılır. İnsan, hayat hamlesinin özgürleşmiş kıvrımıdır; geçmişini yüklenerek şimdi’de tekil kararlar alan varlıktır. Yaratıcı tekâmülün bize öğrettiği budur: evrim yalnızca var olanın korunması değil, yeni olanın doğuşudur.
Şimdilik burada bırakıyoruz. Detaylı analizlerimizi sonraki yazılarımızda bulabilirsiniz.
_edited.jpg)
