top of page

Bergson'un Dört Hamlesi (1)

Güncelleme tarihi: 13 Eyl

bergson

Bergson’un felsefesi, insan ruhunun derinliklerinden başlayıp tabiatın ufuklarını dolaşır. İlk adımda şuurun kendi mahiyetine eğilir ve zamanın kesintisiz akışını tecrübe eder. Ardından şuurun beyinle ilişkisini gösterir ve beynin derin hafıza karşısında nasıl bir süzgeç işlevi gördüğünü anlatır. Sonra gözlerini tabiat bütününe çevirir ve hayatın, mekanizmden kurtuluş mücadelesini izler. Ve nihayet bu yolculuk, en dar kalıbından en geniş ufkuna kadar insanın dinî ve mistik arayışlarına uzanır. Böylece Bergson’un felsefî güzergâhı, şuurdan başlayıp içten dışa, fertten hayata, hayattan varlığın ufkuna doğru seyreden bir hat gibi görünür. Biz de literal bir okuma olması pahasına, onu bu dört adımda anlatacağız. Aşağıda bu dört adımın ilk ikisini bulacaksınız.


  1. Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri

Henri Bergson (1859–1941), 19. yüzyılın sonlarında Fransız düşünce dünyasında ortaya çıkan bir kırılmanın temsilcisidir. İlk büyük eseri olan Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri (Fransızca: Essai sur les données immédiates de la conscience, 1889) onun sonraki düşüncesinin bütün hatlarını içinde barındıran bir başlangıç noktasıdır. Bu eser, dönemin bilim anlayışına, özellikle de pozitivizme ve onun gölgesinde gelişen psikolojiye karşı bir meydan okumadır. O dönemde pozitivizm hâkimdir; Auguste Comte’un izinden giden düşünürler, pozitif bilimi tek ölçüt saymakta, insan psikolojisini bile fizikî bilimlerin yöntemleriyle açıklamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda “psikofizik” adı verilen disiplin, ruhî süreçleri ölçmeyi hedeflemektedir. Bu kitapta Bergson, modern psikolojinin ve determinizmin dayandığı ölçücü anlayışa meydan okur. Ona göre şuur, dış dünyanın fizikî nesneleri gibi ölçülebilen ve sayılara dökülebilen bir düzene sahip değildir; aksine içten gelen, kesintisiz bir akış, yani süredir (durée).


Keyfiyet ve Kemmiyet Ayrımı

Bergson, eserin ilk bölümünde çağdaş psikolojinin, şuur hâllerinin tıpkı fizikî büyüklükler gibi ölçülebileceği şeklindeki bu en temel yanılgısını ortaya koyar. Psikolojinin “psikofizik” deneyleri, acının ya da hazzın şiddetini kemmî derecelerle ifade etmeye çalışmıştır. Bergson, bu yaklaşımı bir yanılsama olarak görür. Çünkü şuur hâlleri özünde niteliklerdir (qualités), sayılarla ölçülebilecek şeyler değil. Bunlar bölünemez, ölçülemez ve sayılara indirgenemez. Buna karşılık, dış dünyanın fizikî olayları birer kemmiyettir: uzunluk, ağırlık, sayı gibi ölçülebilir ve parçalanabilir şeyler. Dolayısıyla şuur ile madde arasındaki fark, bir mahiyet farkıdır. Bir şuur hâli, kemmiyete dönüştürüldüğünde kendi özünden kopar. Bergson bu yüzden psikolojinin ölçücü diline karşı çıkar.


Bergson’un analizinde iki temel kavram ayrımı belirir:


Kemmiyet (nicelik): Mekâna bağlı olan, ölçülebilen, bölünebilen, yan yana dizilebilen şeylerdir. Uzunluk, ağırlık, hız, sayı gibi.


Keyfiyet (nitelik): Şuur hâllerine özgü olan, sadece içten yaşanabilen, bölünemez ve ölçülemez şeylerdir. Sevinç, özlem, hüzün, bir melodinin tınısı, bir rengin içten bıraktığı etki gibi.


Bergson bu yüzden psikolojinin sayılarla yaptığı ölçümlerin “gerçeği bozduğunu” söyler. Şuur hâllerini matematikî büyüklüklere indirgemek, onları oldukları gibi görmek yerine, bir kalıba sokmak demektir. Bu ayrım Bergson’un tüm eserlerine yön verecek kadar önemlidir. Çünkü o, modern bilimin her şeyi “kemmiyet”e indirgeme eğilimine karşı, şuurun kendi hakikatini savunur.


Ölçülen Zaman ve Yaşanan Zaman

İkinci bölümde Bergson, “zaman” kavramını sorgular. İnsanlar genellikle zamanı, saatlerin gösterdiği ölçüyle düşünür. Ancak bu zaman, aslında mekânın bir uzantısıdır; anların yan yana dizilmesi ve homojen bir çizgi üzerinde işaretlenmesidir. Bu, dış dünyanın bir soyutlamasıdır. Gerçek zaman ise bilincin içinden yaşadığı süredir (durée). Süre, kesintisiz bir akıştır; parçalanamaz, homojen değildir. Her an, bir öncekinin devamıdır, onu içinde taşır ve kendini geleceğe doğru açar.


Bergson’un özgün katkısı işte kısaca budur. Ona göre gerçek zaman, saatlerin gösterdiği mekanik ölçü değildir. Gerçek zaman, şuurun içten yaşadığı kesintisiz akıştır. Dış dünyanın zamanı, kesilip parçalara ayrılabilen “anlar dizisi”dir. Ama şuurun zamanı, her anın bir öncekini taşıdığı, geçmişin şimdiye nüfuz ettiği ve geleceğe doğru aktığı daimî bir oluştur. Bergson’un verdiği klasik misal, melodidir: Bir melodiyi dinlerken notaları tek tek algılasaydık, müzik ortaya çıkmazdı. Melodi, notaların birleşmesi değil, onların iç içe kaynaşmasıyla oluşur. Geçmiş nota kaybolmaz, şimdiki notanın içine siner ve birlikte akmaya devam eder. İşte şuurun zamanı (süre) da böyledir; geçmişi taşır, şimdiyi yoğurur ve geleceğe doğru akar. Anlar üst üste yığılmaz; her an, geçmişiyle iç içe akarak yeni bir oluş doğurur. Geçmiş, şimdide varlığını sürdürür. İşte bu yüzden Bergson, zamanı mekânın ölçüsünden ayırır. Zaman, bölünebilir anlardan değil, süreklilikten ibarettir.


Süre, kesintisizdir; parçalanamaz, bölmeye kalktığımızda onu kaybederiz. Keyfiyettir; sayılamaz, ölçülemez, ekleme çıkarma yapılamaz. Geçmişi taşır; şuur, geçmişi arkasında bırakmaz, her yeni an önceki anları içinde barındırır. Oluş halindedir; sürekli kendini kuran bir akıştır. "Süre" kavramı, ileride Bergson’un “yaratıcı tekâmül” anlayışında, hayatın kesintisiz akışını açıklamak için de kullanılacaktır.


Determinizm ve Hürriyet

Üçüncü bölümde Bergson, determinizm tartışmasına yönelir. Deterministler, her olayın mutlak biçimde önceki sebeplerden doğduğunu savunur. İnsan iradesi de bu zincirin bir halkasından ibarettir. Bu durumda özgürlük, sadece bir yanılsamadır. Bergson bu anlayışı reddeder. Çünkü determinizm, şuuru dış dünyadaki fizikî hadiselerle aynı mantığa indirger. Oysa şuur bir sürekliliktir ve her ân yenidir; bir karar anında, bütün geçmişimiz yoğunlaşarak yeni bir eylem doğurur. Bu eylem, ne mutlak sebepler zincirine ne de saf rastlantıya indirgenebilir.


Bergson’un özgürlük anlayışı, determinizm ile saf rastlantı arasında üçüncü bir yol açar. Ona göre özgürlük, “kendi sürekliliğimizden doğan eylem”dir. Yani özgürlük, dıştan gelen sebeplerin zorunlu sonucu değil, benliğimizin bütünlüğünden yükselen bir yaratma hamlesidir. Dolayısıyla özgürlük, teorik bir ispatla değil, doğrudan yaşanan bir tecrübeyle kavranır. Bergson burada önemli bir ayrım yapar. Fizikî olaylar dışarıdan gözlemlenir; ölçülebilir, sayılabilir, neden-sonuç ilişkisiyle açıklanabilir. Şuur eylemleri ise içeriden yaşanır; bunlar geçmişin yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan yaratıcı hamlelerdir. Benliğin bütün geçmişiyle uyumlu bir hamleyi dışarıdan açıklamak imkânsızdır. Mesela bir sanatçının bir eseri yaratması, sırf dış sebeplerin sonucu değildir. Onun bütün geçmiş deneyimleri, duyguları, hayalleri o anda yoğunlaşarak özgür bir eylem ortaya çıkarır. Bu eylem, önceden hesaplanamaz; ama rastgele de değildir. Yani Bergson'a göre özgürlük, şuurun sürekliliğinde zaten mevcuttur. İnsan eylemleri, her an yeni bir yaratıcılık taşır.


Sonuç

Bergson’un bu eseri bize şunu söyler: Şuur, dış dünyaya (mekana) ait ölçülere indirgenemez; o, kendi iç sürekliliğinde, kesintisiz bir oluş halinde akar. Gerçek zaman işte bu “süre”dir ve insan özgürlüğü de bu süre içinde kök salar. Bu eser, daha sonra Madde ve Hafıza (1896) ve Yaratıcı Tekâmül (1907) gibi kitaplarda geliştirilecek olan Bergsoncu düşüncenin temelini atar.


  1. Madde ve Hafıza

Henri Bergson’un Matière et Mémoire (1896) adlı eseri, "dış dünyanın doğrudan verileri", yani şuurun bedenle (beyinle) ilişkisi üzerinde durur. 19. yüzyılın sonlarında hâkim olan iki düşünce hattı—mekanik materyalizm ve kartezyen idealizm—karşısında Bergson, bu iki uç yaklaşımı aşmayı hedefleyen bir çözüm üretir. Ona göre şuur, bedene indirgenemeyen, fakat bedenle daima ilişkili olan bir fenomendir.


Algı ve Süre

Bergson ilk bölümde algı sorununa eğilir. Ona göre algı, beynin yarattığı bir temsil değildir. Dış dünyanın içimizdeki tam bir kopyası da değildir. Algı, daha çok, dış dünyanın bizim için işe yarar olan kısmının seçilmesidir. Çünkü dış gerçeklik sonsuz ve karmaşıktır; ama organizma, hayatta kalma ve hareket etme ihtiyaçları doğrultusunda dış dünyanın yalnızca belirli bir kısmını seçer ve bu sonsuzluğu kendi ihtiyaçlarına göre daraltır. Mesela gözümüz her an milyarlarca ışık dalgasına maruz kalır ama biz yalnızca işimize yarayan biçimleri ve renkleri ayırt ederiz. Bu yüzden Bergson, algıyı “şimdiki anın içindeki saf bir gerçeklik kesiti” olarak tanımlar.


Bergson algıyı anlatırken bir fotoğraf makinesine benzetme yapar. Dünya, kameranın önündeki görüntü gibi sınırsızdır; fakat organizma, bu görüntünün yalnızca kendisi için yararlı kısmını “odaklar.” Yani biz aslında dış dünyanın tamamını algılamayız, yalnızca işimize yarayan kesitlerini algılarız. Beyin bu seçim sürecinde bir filtre görevi görür. Örneğin, kalabalık bir sokakta yürürken binlerce ayrıntıyı görebilme ihtimalimiz vardır ama dikkatimiz sadece bize lazım olan (yol, trafik, karşıdan gelen insan) kısmına odaklanır. Bu yüzden Bergson, beynin algıyı “yaratmadığını,” aksine eylemlerimizi yönlendirmek için algıyı daralttığını söyler. Algı, eyleme yöneliktir. Onun amacı hakikatin mutlak bir resmi olmak değil, varlığımızı sürdürmeye hizmet etmektir.


Bergson’un en dikkat çekici fikirlerinden biri, beynin algı ve hafızadaki rolünü yeniden tanımlamasıdır. Ona göre beyin, düşünceyi “üreten” bir makine değildir. Beyin daha çok bir aracıdır: algıyı düzenler, hafızayı eyleme bağlar. Yani beyin, algının kaynağı değil, hareketlerin yönlendiricisidir. Bu görüş, klasik materyalizme köklü bir eleştiridir. Çünkü materyalistler için beyin, düşüncenin kaynağıdır. Bergson ise düşüncenin kaynağını şuurun sürekliliğinde görür; beyin sadece onun dünyaya açılan kapısıdır.


Burada “süre” kavramı yeniden devreye girer. Bergson, algının anlık bir fotoğraf olmadığını, süre içinde geliştiğini vurgular. Bir şeyi algıladığımızda, geçmiş tecrübelerimiz şimdiki algımıza katılır; böylece algı, zamanın akışıyla birleşir. Mesela bir kitabı görmemiz sadece gözümüze gelen ışığın kaydı değildir; daha önce kitapla ilgili bütün deneyimlerimiz, anlamlarımız, çağrışımlarımız o anda algımıza eklenir.

Alışkanlık Hafızası ve Saf Hafıza

İkinci bölüm hafıza problemine ayrılmıştır. Bergson’un döneminde psikoloji ve fizyoloji, hafızayı bütünüyle beyinde depolanan izlere indirgemeye çalışıyordu. Bir olay yaşanır, beyinde bir iz bırakır, sonra bu iz yeniden çağrıldığında hatırlama gerçekleşirdi. Bergson bu anlayışa karşı çıkar. Çünkü ona göre hafıza sadece beyindeki mekanik izlerden ibaret değildir. Bergson burada hafızayla ilgili ünlü ayrımını yapar: alışkanlık hafızası (mémoire-habitude) ve saf hafıza (mémoire pure).


Alışkanlık hafızası, tekrarlarla oluşur ve beden hareketlerine yerleşir. Bu tür hafıza mekaniktir ve bedene bağımlıdır. Beynin işleviyle doğrudan bağlantılıdır; yani bu hafıza, öğrenilmiş motor hareketlerin otomatikleşmesini sağlar. Bisiklet sürmeyi, piyano çalmayı ya da bir dilin gramer kurallarını otomatik kullanmayı bu hafızayla yaparız. Bu hafıza, geçmiş sahneleri hatırlatmaz; yalnızca “nasıl yapılacağını” öğretir.


Buna karşılık saf hafıza, geçmişi sahne sahne saklayan boyuttur; geçmişin tüm sahnelerini olduğu gibi saklar. Bu hafıza hiçbir zaman kaybolmaz; şuur onu çağırdığında tekrar canlanır. Bir diğer deyişle, şuurun geçmiş ile şimdi arasında sürekli bir bağ kurmasını sağlar. Mesela çocukken yaşadığımız bir bayram sabahını, kokusuyla, sesiyle, ayrıntılarıyla hatırlamak saf hafızaya aittir. Bergson bu hafızayı bir film arşivi gibi düşünür: Geçmişin tüm kareleri oradadır ve şuur onları tekrar ekrana yansıtabilir. Bizim unuttuğumuzu sandığımız şeyler bile, şuurun derinliklerinde yaşamaya devam eder. Anıların çoğu uyku halindedir, ama şartlar uygun olduğunda yeniden canlanabilir.

“Geçmiş, şimdide erimiş halde bulunur; unutulmuş gibi görünen, yalnızca geri çekilmiş olandır.”

Bu düşünce, Freud’un psikanalizine ve daha sonra Bergson’dan esinlenen bilinçdışı teorilerine de kapı açmıştır.


Saf hafıza, Bergson’un “süre” kavramıyla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü saf hafıza, geçmişi geride bırakmaz; onu süre içinde şimdide taşır. Bu yüzden hatırlamak, geçmişi yeniden üretmek değil, geçmişin sürekliliğini şimdide yeniden yaşamaktır.


Bergson, beyni hafızanın deposu olarak görmez. Ona göre beyin, saf hafızanın varlık alanı değildir; yalnızca alışkanlık hafızasının aracıdır. Beyin, geçmiş anıların saklandığı bir kütüphane değildir; daha çok bir hareket düzenleyicidir. Hatırladığımız şey, aslında beynin içinden değil, bilincin sürekliliğinden gelir. Beyin yalnızca, hatırlanan şeyi eyleme bağlamaya yarar. Hafıza, geçmişin tümünü aynı anda şuurda canlı tutmaz. Geçmişin büyük kısmı saklıdır; ancak ihtiyaç olduğunda veya özel bir çağrışımla açığa çıkar. Bergson’a göre bu seçicilik, hafızanın “eyleme yönelmiş” doğasını gösterir. Yani bir sahneyi hatırlamak, yalnızca o sahneyi yeniden görmek değildir; o sahne, bugünkü ihtiyaçlarımıza göre yeniden yorumlanır, şimdiyle kaynaşır.


Bu anlayış, hafızayı yalnızca sinirsel kayıtlara indirgeyen nörofizyolojik açıklamaları aşar ve onun yalnızca beyin hücrelerine indirgenemeyeceğini göstermeye çalışır. Bergson’a göre geçmiş, şuurun derinliklerinde daima korunur; unutma, aslında geçmişin silinmesi değil, hatırlama eyleminin pasif hale gelmesidir. Böylece Bergson, hafızanın sadece beyne indirgenemeyeceğini, zihne ait bağımsız bir boyutu olduğunu savunur. Ona göre hafızanın bu iki yüzünü karıştırmak, filozofların ve psikologların en büyük yanılgısı olmuştur.


Hafıza ve Şuur

Bergson için şuur, yalnızca dış dünyayı ve algıları kaydeden pasif bir mekanizma değildir; ona göre şuur, geçmiş ile şimdi arasında köprü kurar. Sürekli olarak geçmişi şimdiye taşır. Asıl işlevi de hafızayı şimdiye taşıyarak geleceğe dönük hareketi yönlendirmektir. Hafıza aracılığıyla geçmişin deneyimlerini şimdiki algıyla birleştirir ve geleceğe dönük kararlar verir. Hatırlamanın doğası, Bergson’a göre iki aşamalıdır. Birincisi, geçmişin korunmasıdır ki her yaşantı, şuurda bir iz bırakır. Bu iz silinmez; şuur onu daima taşır. İkincisi ise geçmişin çağrılmasıdır: Bir ihtiyaç, çağrışım ya da dikkat anında geçmiş, şimdinin içine yeniden alınır. Bu süreç, alışkanlık hafızasında olduğu gibi mekanik değildir. Saf hafıza, geçmişi bir bütün halinde yeniden canlandırır. Bu yüzden hatırlama, hem kişiye özgü hem de yaratıcı bir süreçtir.


Böylece şuur, özgürlüğün imkânı haline gelir ve hareketi özgürleştiren bir işlev görür. Çünkü şuur, geçmişin tecrübelerini şimdiki algıya ekleyerek alternatif hareketler arasından seçim yapmamızı sağlar. Eğer hafıza olmasaydı, insan yalnızca o anda görünen uyarıcılara tepki veren bir makineden farksız olurdu. Fakat hafıza sayesinde insan, geçmişiyle birlikte yaşayan, geleceğe yönelen bir varlıktır. Bu model, determinizm ile indeterminizm arasında özgün bir konum açar: İnsan, geçmişiyle süreklilik içinde yaşar fakat bu geçmişi her an farklı şekillerde yorumlayarak yaratıcı eylemler ortaya koyabilir. Bir şarkıyı dinlerken, şimdiki nota tek başına değildir; önceki notalar hâlâ bilincimizdedir. Aynı şekilde, bir anıyı hatırladığımızda, geçmiş şimdiye katılır. Böylece şuur, zamanın sürekliliği olarak işler. Bu, Bergson’un “süre” kavramının hafızayla birleşmiş halidir: şuur, geçmişin şimdide varlığını sürdürmesidir.


Hafıza yalnızca olayları saklamakla kalmaz; aynı zamanda şahsiyetimizin de temelidir. Benliğimiz, hafızanın sürekliliğiyle açıklanır ve geçmiş tecrübelerin şimdide birleşmesiyle oluşur. Her yeni an, geçmişimizi içine alarak ilerler. Böylece şahsiyetimiz, süreklilik içinde kendini inşa eder. Bu sayede şuur, özgürlüğün imkânını yaratır: sadece o anın uyarıcılarına tepki vermek yerine, geçmiş deneyimleri de hesaba katarak karar alabiliriz.


Zihin ve Beden

Eserin son bölümünde Bergson, bedenin rolünü (madde, beden ve zihin arasındaki ilişkiyi) merkezî bir konuma yerleştirir. Beden, dış dünyanın (madde) ve zihnin (hafıza) kesişim noktasıdır. Dış dünya, şuur için “kullanılmaya hazır imkânlar” bütünü olarak algılanır. Zihin ise hafızasıyla geçmişi bu imkânlara bağlar ve yeni-özgün hareketler üretir. Bu üçlü yapı -madde, beden, hafıza- sayesinde insan, dünyayı yalnızca algılamakla kalmaz, aynı zamanda yaratıcı biçimde dönüştürür. Beden, algıların seçildiği ve eyleme yöneltildiği bir araçtır. Ruh (şuur) ise sürekliliğiyle geçmişi taşır ve özgür eylemler doğurur. Beyin, bilinci üretmez; yalnızca ona aracılık eder. Dolayısıyla zihin ne tamamen maddeden kopuktur ne de maddeye indirgenebilir. Bu bakış açısıyla Bergson, hem mekanik materyalizmi hem de Kartezyen idealizmi aşmaya çalışır.


Bergson, bedenin rolünü daha açık olarak şöyle anlatır: Ona göre beden, dış dünya ile zihin arasında bir hareket istasyonu gibidir. Beden, dışarıdan gelen verileri seçer, düzenler ve harekete dönüştürür. Zihin ise hafıza aracılığıyla geçmişi bu seçilmiş verilere bağlar. Mesela bir şoför direksiyon başındayken beden, dış dünyadan gelen verileri (ışık, yol, hız) alır; ama hangi manevrayı yapacağını belirleyen şey şoförün geçmiş deneyimlerinin hafızada depolanmış olmasıdır. Böylece şoför, yeni bir durumu yaratıcı biçimde çözebilir. Bergson bu uyumu “madde ve hafızanın ortak çalışması” olarak görür.


Bergson'a göre, anılar beynin kıvrımlarında depolanmaz; şuur, geçmişi kendi sürekliliğinde saklar. Bu, ruhun maddeden farklı bir düzlemde var olduğunu kanıtlar. Saf hafıza, bedenin işleviyle açıklanamaz. Çünkü geçmişin tekil hatıraları, yalnızca şuurun süresinde vardır. Bu da ruhun bağımsızlığını gösterir. Yine de Bergson, Descartes gibi katı bir düalist değildir. Çünkü ona göre ruh ve beden birbirinden kopuk iki töz değil, sürekli etkileşim halinde iki düzlemdir. Beden, şuura veri sağlar; şuur da bedene yön verir. Bu ilişki, bir piyanist ile piyano arasındaki ilişkiye benzer: Piyano olmadan müzik duyulmaz, ama müzik piyanodan “üretilmiş” de değildir; piyanist olmadan sesler anlamsız kalır. Ruh-beden ilişkisindeki bu yaklaşım, Bergson’un özgürlük anlayışını destekler. Eğer şuur yalnızca beynin ürünü olsaydı, özgürlük imkânsız olurdu; çünkü her şey sinirsel süreçlere indirgenirdi. Ama Bergson’un dediği gibi, şuur geçmişi sürekliliğinde taşıyorsa ve beden yalnızca bir araçsa, o zaman özgür eylemler mümkündür. Böylece insan eylemleri hem geçmişle uyumlu hem de yaratıcı olabilir. Özgürlük, şuurun kendi sürekliliğinden doğar; beden yalnızca bu özgürlüğün dış dünyadaki ifadesini sağlar.


Sonuç

“Madde ve Hafıza”, algıyı dünyanın doğrudan verilisi, hafızayı ise geçmişin canlı muhafızı olarak tanımlar. Şuur, bu ikisi sayesinde insanı özgür kılar ve geleceğe dönük yaratıcı hareketlerin kaynağı olur. Tüm kitap aslında şu ana fikri işler: Algı, maddeyle kurduğumuz doğrudan bağdır; hafıza ise bu bağa geçmişi ekleyerek şuurun özgürlüğünü mümkün kılar. Bu ilişkiyi anlamak için Bergson, sık sık şu benzetmeye başvurur: Algı şimdiki anın fotoğrafı gibidir; hafıza bu fotoğrafların arşividir; şuur bu iki kaynağı birleştirerek geleceğe dönük hareket planı çizer.


Bergson’un Madde ve Hafıza’sı Bergson’un daha sonra geliştirdiği “yaratıcı tekâmül” anlayışının temellerini atar; aynı zamanda fenomenolojinin öncüsüdür ve varoluşçuluk üzerinde de derin izler bırakmıştır. Husserl’in “doğrudan verililik” anlayışı, Bergson’un algı tasavvuruyla büyük benzerlik taşır.

"Eski usullerle İslam’ın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî imanı kalmadı.

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol sonsuz sayıdadır.

Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro; sonsuz…

Bunlar arasından bir yol bulup o yolun dervişi olmaya bakın!"​​

Salih Mirzabeyoğlu

bottom of page