top of page

Sadık Rıfat Paşa ve Tanzimat İdeolojisinin Kaynak Metni

sadık rıfat paşa Tanzimat
  1. Giriş

Osmanlı modernleşme tarihini okurken çoğu zaman askeri yenilgiler veya diplomatik adımlar ön plana çıkarılır. Oysa çöküşün ve ardından gelen o telaşlı arayışın (Tanzimat) asıl fotoğrafı, Sadık Rıfat Paşa’nın 1837’de Viyana sokaklarında yürürken hissettiği o derin "imrenme" hissinde saklıdır. Paşa’nın “Avrupa Ahvâline Dair Risâle”sini okuduğunuzda, karşınızda sadece bir diplomatik rapor değil, kendi evindeki dağınıklığı komşusunun düzeninde gören birinin mahcubiyetini bulursunuz.


Sadık Rıfat Paşa’nın “Avrupa Ahvâline Dair Risâle”si, ilk bakışta kuru bir diplomatik rapor sanılabilir. Oysa satır araları okunduğunda bu metin, "Dârül-İslâm" iddiasındaki bir imparatorluğun, "temizlik, nizam ve emniyet" gibi en temel İslami vasıfları "Dârül-Harb"de bulmasının hüzünlü itirafıdır. Paşa’nın Viyana’daki temiz sokaklara, gece yanan gaz lambalarına ve işleyen hukuk sistemine duyduğu hayranlık, aslında İstanbul’daki çamurun, karanlığın ve keyfiliğin bir feryadıdır. Ancak bu feryat, 1839’da Gülhane Parkı’nda okunan Tanzimat Fermanı ile garip bir "samimiyet buhranına" ve tarihi bir ikiyüzlülüğe dönüşecektir.


Sadık Rıfat Paşa'nın Viyana Büyükelçiliği sırasında kaleme aldığı "Avrupa Ahvâline Dair Risâle" (1837), Osmanlı modernleşme tarihinde alelade bir sefaretname (elçilik raporu) değil, Tanzimat Fermanı'nın (1839) ilanına giden yolda fikrî zemini hazırlayan, modern devletin temel ilkelerini Osmanlı siyaset sahnesine taşıyan, Tanzimat Fermanı'nın teorik altyapısını oluşturan kurucu metinlerden biri kabul edilir. Metnin en büyük tarihi önemi, Osmanlı Devleti için hazırlanmış kapsamlı bir reform reçetesi olması ve 1839'da ilan edilecek olan Tanzimat Fermanı'nın ruhunu ve temel kavramlarını içermesidir. Sadık Rıfat Paşa, bu risaleyi Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa'ya sunmuştur. Metindeki “can, mal, ırz güvenliği” ve “hukukun üstünlüğü” gibi kavramlar, iki yıl sonra Gülhane Parkı'nda okunan fermanın ana omurgasını oluşturmuştur.


O döneme kadar Avrupa "Küffar diyarı" olarak görülürken, Sadık Rıfat Paşa Avrupa'yı rasyonel bir "Medeniyet" (Sivilizasyon) modeli olarak sunar. Bu dönem, imparatorluğun Avrupa karşısındaki üstünlük algısının sarsıldığı ve "düşman" olarak görülen Batı'nın artık üstün bir model olarak incelenmeye başlandığı bir geçiş sürecidir. Sadık Rıfat Paşa'nın bu risalesi, Avrupa'nın üstünlüğünü sadece askerliğe değil; bilime, sanayiye, eğitime ve "rasyonel akla" (Akl-ı meâş) bağlar. "Neden geri kaldık?" sorusuna askeri değil, hukuki cevaplar verir. Metin, Osmanlı Devleti'nin zaten asırlardır lafta kalan "Gaza Devleti" iddiasından "Modern Bürokratik Devlet"e geçişinin yol haritasıdır.


Aşağıda, Osmanlı modernleşme tarihinde bir dönüm noktası sayılan "Avrupa Ahvâline Dair Risâle"nin kısa bir özetini ve incelemesini bulacaksınız.


  1. Risalenin Özeti

Paşa, risalesine Avrupa’daki barış ve güvenlik ortamına övgülerle başlar. Avrupa ülkelerinin imar ve kalkınmasının, her şeyden önce sürekli bir barış ve halkın tam bir huzur içinde olmasından kaynaklandığını ileri sürer. Avrupa’daki nizamın “halkın huzuru (istirahat-ı tebaa), hazinenin bolluğu (vefret-i hazîne) ve askerî güç (kuvve-i askeriyye)” üzerine kurulu olduğunu anlatır. Savaş yerine arabuluculuk ve diplomasi yollarının tercih edildiğini, böylece devletlerin gereksiz yere güç ve nüfus kaybetmediklerini ifade eder. Ona göre her daim caydırıcı askerî gücün hazırda bekletilmesi ve incelikli denge siyaseti sayesinde, Avrupalı devletler büyük bir istikrara kavuşmuş, halklarının geçim ve refahını teminat altına alabilmişlerdir. Paşa bu hedeflere ulaşabilmek için savaştan kaçınmak gerektiğini öne sürer. Ona göre, "sulh harb üzerine müreccah olup" (barış savaşa tercih edilir) ilkesi benimsenmeli ve uluslararası sorunların çözümünde diplomasiye, yani "tev’em-i seyf olan kuvve-i kalemiyye" (kılıcın ikizi olan kalemin gücüne) başvurulmalıdır.


Bu girişten sonra Sadık Rıfat Paşa, Avrupa hukuku hakkındaki övgülerine geçer. Devletin ilerlemesinin temel şartını şu sözlerle formüle eder: "her bir akvâm ve milletin can ve mal ve ırz ve i’tibârı hakkında emniyyet-i kâmilesinin istihsâli"; yani her bir kavim ve milletin can, mal, ırz ve itibarı hakkında tam bir güvenliğin sağlanması. Paşa, 20. yüzyıla ait modern "hukuk devleti" terimini kullanmasa da, hükümdarların dahi mevcut kanunlara (kavanîn-i müessese) bağlı olması ve bireylerin can, mal ve ırz güvenliğinin (emniyyet-i kâmilesi) mutlak surette sağlanması gerektiği yönünde ısrar eder. Avrupa'da hükümdarların ve vezirlerin dahi yürürlükteki kanunlara aykırı ("kanûn-ı mer’iyye mugâyir") bir hüküm veremediğini hayranlıkla belirtir. Paşa, Avrupa’da devletin halk için var olduğu, halkın devlet için var olmadığı fikrini işler. Yönetimin sadece kaba kuvvetle (cebir) değil, halkın rızasını ve gönlünü kazanarak yapılması gerektiğini savunur.


Sadık Rıfat Paşa, risalesinde, dünyevi işlerin idaresinde aklın tedbirlerine uymak gerektiğini dile getiren bir bölüm ayırır. Paşa mealen şöyle der: "Her şey Allah'ın takdirindedir, buna imanımız tam. Ancak, dünya işlerini yönetmek için (umûr-ı idâre-i dünyeviyye) bize verilen bir 'akl-ı meâş' (pratik akıl) vardır. Allah takdir etti diye tedbir almayı (planlama yapmayı) bırakamayız.” Ona göre Avrupalılar böyle yapmaktadır. Risalede Avrupa'nın başarısı anlatılırken, "Her milletin ayin ve mezheplerine riayet ederler" denilerek din özgürlüğü övülür. Her ne kadar metinde bugünkü anlamda bir laiklik çağrısı bulunmasa da bu, Osmanlı'daki "Millet-i Hâkime" (Müslümanlar) anlayışından, modern anlamda laik devlete geçişin sinyalidir.


Risalenin bundan sonrası Osmanlı’nın ahlâkî durumunu da tersinden delillendirmesi bakımından trajikomiktir. Dikkatle okuyunuz: Sadık Rıfat Paşa’nın anlatımına göre, Avrupalılar rüşvetle iş görmezler. İşi ehline verirler. Avrupa'da devlet görevlerine atamalar şefaat veya iltimasla değil, ehliyet ve liyakat esasına göre ("ehil ve erbâb intihâb ederler") yapılır. Kayırma yoktur. Bu sebeple çok sık makam değişikliği olmaz.


Paşa, Avrupa'da eğitimin sistemli yapısına dikkat çeker ve örgün eğitim olduğunu anlatır: Avrupalılar, çocukların ilim ve fen tahsil etmelerine son derece dikkat ederler. Okuma yazma bilmeyen, kendi hesabını tutamayan kadın veya erkek neredeyse yoktur. Kız ve erkek çocukları yetenek ve meslek heveslerine göre 5 yaşından 18 yaşına kadar yatılı okullarda eğitirler. Her işi bir bilim dalı haline getirip kitaplarını yazmışlardır. Sadece teoriyle yetinmeyip, "eşyanın tabiatını" (doğa bilimleri) öğrenmek için her şeyi tecrübe ederler. Kitap basımı (matbaacılık) bir nevi esnaflık gibidir; parayı veren istediği kitabı bastırabilir. Günlük gazeteler dünyadaki olayları ve kendi memleket haberlerini yayınlar. Halk okuma bildiği için, devlet duyuruları basılı kağıtlarla köşe başlarına yapıştırılır. Böylece halk dünyadan haberdar olur ve kültür seviyesi artar.


Paşa, Avrupa devletlerinin korumacı ekonomi politikalarını da analiz eder; ithalat kısıtlanırken temel hedefin "ihrâcâtın ziyade olması" olduğunu belirtir: Devletin ve milletin parası başka ülkeye gitmesin diye, yabancı mamul eşyaların ülkelerine girişini kısıtlayıp ihracatın fazla olmasına dikkat ederler. Kendi ülkelerinde üretilen mallara itibar ederler. Büyük altyapı projelerinin (demiryolları, fabrikalar) devlet hazinesine yük olmadan, "aksiyon" (hisse senedi) usulüyle finanse edildiğini tespit eder. Devletlerin bastığı paraların gramajı ve ayarı asla değişmez. Bu sayede fiyatlarda dalgalanma ve eşya fiyatlarında fark pek görülmez (Enflasyon düşüktür). Devlet harcamaları da buna göre düzenli yönetilir. Vergiler bellidir; memurlar halka zulmetmez. Herkesin mülküne göre vergisi vaktinde alınır. Ekmek gibi temel gıdalardan az vergi alınırken, lüks tüketimden yüksek vergi alınır. Arazileri tarım ve ziraatla mamurdur, kazançları kendilerine kaldığı için halk çok çalışkandır. Sanayinin gelişmesi için hüner sahiplerini teşvik ederler. Senede bir defa üretilen en seçkin ürünleri ve sanat eserlerini "Ekspozisyon" (Fuar/Sergi) adıyla bir yerde toplayıp bir ay sergilerler. Ticareti ve sanayiyi kolaylaştırmak için fabrikalarda buharla çalışan makineler icat edilmiştir. Haberleşmeyi ve ulaşımı hızlandırmak için denizde vapurlar, karada "vapur arabaları" (trenler) yapılmıştır; 12 saatlik yolu 1 saatte giderler.


Paşa'nın gözünden Avrupa şehirleri, düzenin ve konforun merkezleridir. Kaldırımlı ve temizlenen sokaklar, gaz lambalarıyla aydınlatma, "otel" ve "lokanta" gibi kurumlar ve düzenli posta hizmetleri dikkatini çeker. Paşanın anlatımına göre, bütün binaları bir tür tuğla ve taştan kargir (betonarme/yığma) olarak yapıldığından, şehirlerde yangın çıkmaz. Bu sayede şehirler her an genişlemekte ve bayındır hale gelmektedir. Halkın gidiş gelişini kolaylaştırmak ve şehir sakinlerinin rahatı için, şehir içi yollar kaldırımlarla düzeltilip düzenlenmiştir. Özel arabalar ve sokak arabaları (faytonlar) kolaylıkla gelip geçer. Yaz günlerinde toz olmasın diye, arabalar üzerindeki delikli fıçılarla (su tankerleri) sokaklar sulanır. Kışın ise kar ve çamur süpürülür. Böylece gelip giden halk zahmet çekmez. Geceleri bile sokaklarda sık sık gaz lambaları yandığından kimse el fenerine muhtaç olmaz. Şehirlerarası yollar da "şose" denilen şekilde (asfalt) düzeltilip düzenlenmiştir. Her dört saatlik mesafede bir menzil (mola) yeri, posta atları ve arabaları bulunduğundan, yolculuk kolayca yapılır ve kısa sürede çok mesafe katedilir. Her şehir, kasaba ve nahiyede yolcular için "lokanta" ve "otel" denilen kervansaraylar düzenlenmiştir. Hepsinde nefis yemekler ve temiz yataklar bulunduğundan yolcular zahmet çekmez. Sanki bir evden diğerine gidiyormuş gibi, yolculuk sırasında yanlarında yatak yorgan ve yiyecek taşıma külfetine girmezler. Yolcular konaklama masrafını kendileri öder, böylece yerli halka yük olmazlar.


Halkın huzuru son derece önemsendiğinden, hareketlerinde ve işlerinde bir kısıtlama veya baskı yoktur. Herkes kurallar ve edep çerçevesinde, gece gündüz, vakitli vakitsiz, arabalı veya arabasız serbestçe gezer. Yeme içme ve barınma gibi konularda herkes bütçesine göre hareket eder. Gerek devlet tarafından gerekse başka bir yerden bir engelleme yapılmaz. İnsan doğasına aykırı olarak "şöyle yap, böyle et" gibi, insanı küçülten (tahkir edici) bir yönetim tarzı uygulanmaz. Bunca özgürlüğe rağmen bir düzensizlik veya kavga çıkmaz; kimse kimseye el kaldırmaz. Eğer bir kavga veya suç olsa, derhal "Polis" denilen zabıtalar tarafından yakalanıp kanunlara göre gerekirse para cezası verilir. İdam veya ağır cezalar çok nadirdir; suçlu olsa bile uzun süre yargılandıktan sonra kanuna göre cezasını çeker. Haksız yere veya garezle kimseye şiddetli muamele yapılmaz. Büyük hastaneler ve tımarhaneler ile özel hizmetlileri olduğundan; mahalle aralarında hasta, sakat veya sokaklarda serseri ve akıl hastası (meczup) bulunmaz. Onlara bu kurumlarda bakarlar. Fakirlerin çoğu sakat değilse fabrikalarda işçi olarak çalıştığından, sokaklarda dilenci takımı pek görülmez. Sokaklar düzgün olduğundan eşyalar atlar ve el arabalarıyla taşınır; insan onuruna yakışmayan "sırt hamallığı" gibi zor işler yoktur.


  1. Risalenin Tahlili

Paşa’nın, sokaklarda dilenci ve serseri takımının olmayışını, hastaların ve düşkünlerin bimarhanelerde (hastanelerde) bakıldığını, kimsenin kimseye el kaldıramadığını anlatırken sergilediği şaşkınlık, raporun bir "Dârül-İslâm" idarecilerine yazıldığını unutturabilir. Bir beldenin İslam beldesi olup olmadığının ölçüsü, minarelerin çokluğundan evvel, o beldede açın doyurulması, garibin korunması ve sokağın emin olması değil midir? Halbuki Sadık Rıfat Paşa, Viyana ve Londra sokaklarını anlatırken adeta bir "Asr-ı Saadet" beldesi tasvir eder gibidir. Sokakların toz kalkmasın diye fıçılarla sulanması, kışın çamur ve karın derhal süpürülmesi, gecelerin gaz lambalarıyla gündüze çevrilmesi... Paşa’nın bu "temizlik" ve "intizam" karşısında duyduğu hayret, aslında İstanbul’un o dönemki perişan halinin itirafıdır. "Temizlik imandandır" diyen bir Peygamberin ümmeti, sokaklarını pislikten arındırmak için gayrimüslim Avrupa'nın metoduna muhtaç kalmıştır. Oysa İslam şehir geleneği, vakıflar yoluyla sokağın taşından, kuşun yuvasına kadar her detayı "Allah’ın emaneti" olarak gören bir şuurla inşa edilmişti. Ne olmuştu da İstanbul’un sokakları çamura teslim olmuştu? Risalede geçen "otel ve lokanta" övgüsü, belki de en can acıtıcı kısımdır. Selçuklu ve erken Osmanlı döneminde, bir uçtan bir uca "vakıf" medeniyetiyle donatılmış Anadolu’da, yolcunun üç gün boyunca bila-bedel (ücretsiz) yiyip içtiği, hayvanının yemine kadar düşünüldüğü kervansarayları inşa eden ruh, 19. yüzyıla gelindiğinde bu vasfını yitirmiştir. Ataları, ıssız dağ başlarına hanlar, hamamlar ve imaretler serperken "Halka hizmet Hakk'a hizmettir" şiarıyla dünyaya nizam vermişken, Sadık Rıfat Paşa 19. asırda, parayla hizmet veren Avrupa otellerindeki "temiz yatak ve nefis taam" karşısında büyülenmektedir.


Makalenin can damarı ise Paşa’nın şu tespitinde atıyor: Avrupa’da krallar bile kanunun üstüne çıkamıyor, herkesin canı ve ırzı devlet garantisi altında. İnsan, "Batı'da IRZ, CAN ve MAL emniyeti var" cümlesini okurken, Sadık Rıfat Paşa kadar hayrete düşüyor: Bir İslam devletinin bürokratı, "Makâsıd-ı Şeriyye"yi (Canın, malın, aklın, neslin ve dinin korunması) "Avrupa adeti" diye raporluyorsa, orada tuz kokmuş demektir. İnsan sormadan edemiyor: Metinde geçen "Hükümdarlar ancak kulları korumak ve beldeleri imar etmek için birer gözetici konumundadır" ifadesi neden Osmanlı’da bir yenilik olarak görülmüştür?


Görüldüğü gibi Tanzimat Fermanı'nın "Can, Mal, Namus" vaadi, doğrudan Şeriatın "Makâsıd"ına (hedeflerine) denktir. Sadık Rıfat Paşa metninde bunu zaten itiraf eder: "millet-i tâhire-i İslâmiyyede dahi mer’î... olduğu üzre" (Temiz İslam milletinde de zaten geçerli olduğu üzere...) diyerek, bu hakların İslam'da var olduğunu, Avrupa'nın yeni bir şey icat etmediğini, sadece uyguladığını vurgular. Bununla birlikte, Sadık Rıfat Paşa ve Tanzimatçıların temel tezi şudur: "Avrupalılar, bizim dinimizin emrettiği ama bizim unuttuğumuz/uygulayamadığımız adalet ilkelerini bir 'sistem' (nizam) haline getirmişler. Bizim de bu sistemi almamız lazım." Onlara göre Avrupa'nın tekniğini ve idari yapısını almak, Şeriata aykırı değil; bilakis Şeriatın hükümlerinin düzgün uygulanabilmesi için gerekliydi. Bu yüzden Tanzimat Fermanı, besmeleyle başlar, Kur'an ayetlerine atıf yapar ve "Şer-i Şerif'e uyulmadığı için devletin gerilediğini" söyler. Yani reformu, Şeriatı daha iyi uygulamak için yaptıklarını iddia etmişlerdir.


Buradaki ikiyüzlülük şudur: Tanzimatçılar, İslam’ı bir "hayat nizamı" ve "adalet kaynağı" olarak değil; halkı sakinleştirecek, reformlara itirazı önleyecek bir "meşruiyet kılıfı" olarak kullanmışlardır. "Can, Mal ve Irz güvenliği" gibi, İslam hukukunun (Makâsıd-ı Şeriyye) zaten olmazsa olmazı olan ilkeleri, sanki yeni bir lütufmuş gibi veya Batı’dan öğrenilmiş bir erdemmiş gibi sunmuşlardır. Tanzimat Fermanı, giriş cümlesiyle tam bir paradoks, hatta bir nevi "siyasi takiyye" örneğidir. Ferman; "Devletin gerilemesi, Şer-i Şerif’e ve kanunlara uyulmamasına bağlıdır" tespitiyle başlar. Mantıken beklenen, reçetenin "Şeriatın özüne ve adalet mekanizmasına dönüş" olmasıdır. Ancak Tanzimat bürokrasisi, halka "Şeriata dönüyoruz" derken, masanın altından Fransız Ceza Kanunu’nu ve Avrupa idari yapısını dolaşıma sokmuştur. Tedavinin "Şeriata dönüş" olması gerekirken, Tanzimatçılar reçeteyi "Fransız Kanunları" olarak yazmıştır. Bu durum, halkın ve ulemanın tepkisini çekmemek için yapılmış pragmatik bir "ambalajlama" operasyonudur.


  1. Sonuç

Sonuç olarak, Sadık Rıfat Paşa, bu eseriyle sadece Viyana'dan Babıâli'ye gönderilmiş bir diplomatik rapor değil, aynı zamanda Osmanlı devlet aklı ile tebaası arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayan ve imparatorluğun modernleşme rotasını çizen kurucu bir metin ortaya koymuştur. Sadık Rıfat Paşa’nın risalesi ve ardından gelen Tanzimat Fermanı, bir uyanıştan ziyade, bir "hafıza kaybının" belgesidir. "Dünyaya nizam verme" iddiasındaki bir milletin çocukları, "dünyadan nizam öğrenme" zilletine düşmüştür. Batı’nın sanayisine veya teknolojisine duyulan ihtiyaç anlaşılabilirdi; ancak "can güvenliği", "temiz sokak", "dürüst yönetim" gibi tamamen ahlaki ve İslami vasıfların ithal meta haline gelmesi, nargile marpucunun ucundaki dumanın yaydığı o derin uyuşukluğun faturasını çok ağır ödetmiştir.

 

 

"Eski usullerle İslam’ın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî imanı kalmadı.

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol sonsuz sayıdadır.

Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro; sonsuz…

Bunlar arasından bir yol bulup o yolun dervişi olmaya bakın!"​​

Salih Mirzabeyoğlu

bottom of page