Tanzimat Şiirinde Geleneksel Dünya Görüşünün Krizi
- Reha Kansu

- 5 gün önce
- 8 dakikada okunur

Giriş: Klasik Kalıp İçinde Modern Kriz
Ziya Paşa’nın Terci-i Bent’i, biçim olarak klasik divan şiirinin imkânlarını kullanır: bentli yapı, redif, Arapça-Farsça kelime hazinesi ve her bendin sonunda tekrarlanan “Sübhâne men tahayyere fî sun’ihî’l-ukûl / Sübhâne men bi kudretihî ya’cizü’l-fuhûl” tesbihi, metni geleneğin içinden konuşturur. Ancak şiirin bütününe bakıldığında, bu geleneksel kalıbın içine yerleştirilen dünya tasavvurunun radikal biçimde modern, hatta yer yer seküler bir bunalım dili taşıdığı görülür. Bu bentte kullanılan klasik mazmunlar —fanilik, zamanın akışı, dünyanın geçiciliği— görünüşte divan şiirinin alışıldık söz varlığına bağlıdır; ancak bu mazmunların taşıdığı anlam radikal biçimde dönüşmüştür. Artık dünya, ilahî düzenin bir tecellisi değil; aldatıcı, boş ve anlamdan yoksun bir yüzeydir. İnsan ise bu yüzey üzerinde amaçsızca dolaşan, kaderini anlamlandırma gücünü kaybetmiş bir yolcuya dönüşür. Ziya Paşa, insana, doğaya, tarihe ve kâinata dair neredeyse bütün klasik kabulleri sorgular; evreni hikmetin parlak sahnesi değil, şiddet, tesadüf, belirsizlik ve anlam krizinin hüküm sürdüğü bir yer olarak resmeder. Bu yönüyle Terci-i Bent, Tanzimat sonrası Osmanlı zihin dünyasında modern bilimin, modern tarih bilincinin ve modern varoluş krizinin şairane bir kaydıdır.
1. Bent: Dünya Atölyesi mi, Felaket Değirmeni mi?
İlk beyitten itibaren Ziya Paşa’nın klasik felek anlayışını kırdığı görülür. “Âlemde hüner var ise sende midir ancak / Sanma ki felek pâre-i sîmîndir ancak” dizelerinde felek, divan şiirindeki gibi Tanrı’nın hikmetinin bir tecellisi veya kozmik bir düzen göstergesi değildir. Aksine, aldatıcı, parlak bir yüzle gizlenmiş kaotik bir mekanizma olarak sunulur. Bu yaklaşım, modern dünyada kadere ve ilahî düzene duyulan güvenin sarsılmasıyla ortaya çıkan zihniyeti yansıtır. Ziya Paşa’nın feleğe yönelttiği eleştirel ton, geleneksel kozmolojinin dağılmasını ve doğaya atfedilen anlamın çözülüşünü işaret eder. Birinci bentte dünya, “kârgâh-ı sun’” ve “dershane” olarak tanımlanır: Allah’ın sanatının tezgâhı ve insan için ibret alma mekânı. Bu, görünüşte klasik çizgiye uygundur. Fakat hemen ardından gelen dizelerde bu atölyenin karakteri değişir: “Gerdûn bir âsiyâb-ı felâket-medârdır / Gûyâ içinde âdem-i âvâre dânedir.” Gök kubbe bir felaket değirmeni, insan ise içinde savrulan bir zerredir. Ev, yuva ve sükûnet sembolü olan “âşiyâne” ise artık çocuklarını parçalayan bir “dîv” gibidir. Dünya, “köhne ribât-ı dehr”dir; yıkık han, güven vermeyen konak. Bent boyunca Ziya Paşa’nın en büyük sorgusu, evrendeki düzenin gerçek olup olmadığıdır. Bu bentteki en belirgin tema, dünyanın insana sunduğu umut ve arzuların sahici bir değer taşımadığı fikridir. Kâinatın nakışları araştırıldığında “ya uyku, ya hayal, yahut bir masal” çıkmaktadır. Bu yaklaşım, divan şiirinde sıkça görülen dünya yalanı motifinden farklıdır; çünkü gelenekte dünya süsü, Tanrı’ya yönelişi teşvik eden bir ibret vesilesidir. Şiir, burada klasik “dünya bir oyundur” temasını tasavvufî bir derinlikle değil, hakikate ulaşmanın imkânsızlığına dair epistemolojik bir şüpheyle kurar. Ziya Paşa, dünyanın görünürde cazip olan bütün duygularını —muhabbet, arzu, ümit— hakikatte bir “alâyiş”, yani aldatıcı bir süs olarak niteler. Ziya Paşa’da dünya süsü yalnızca boş bir yanılsamadır ve insanı daha yüksek bir hakikate yöneltmek şöyle dursun, tamamen köksüz bir varoluş duygusuna sürükler. Bu yönüyle şiir, tasavvufî uyarı geleneğinden koparak modern dünyanın “değer kaybı” sorununu işler.Dünya işlerinin “sayfın şitâya meyli” gibi birbirini takip eden doğal döngülere bağlı olduğu söylenirken bile bu döngü, anlam üretmeyen kör bir mekanizmaya benzetilir. Ardından gelen mısralar, insan için “kesb-i yakîn”in mümkün olmadığını, her inancın akıl açısından “gaibâne” kaldığını söyleyerek modern anlamda bir inanç krizini dile getirir. İnsanın ihtiyacı bir lokma ekmekten ibaretken, hayatı “ihtiyaç derdinin keşmekeşi”nin içinde geçer; gökkubbenin altında hiç kimsenin kazadan korunmadığı, her zerrenin kader oklarının hedefinde olduğu vurgulanır. Bent, tüm hadiselerin aslında tek bir “fâil”e ait olduğunu söyleyerek bitse de, bu cümle geleneksel kader teslimiyetinden çok, anlamı çökmüş bir dünya düzenine karşı metafizik bir sığınma gibi durur.
2. Bent: Modern Astronomi ve Sonsuz Evren Algısı
İkinci bentte bakış, yerden göğe çevrilir. Gökyüzü, “ecrâm-ı bî-nihâye ile pürdür”; yani sonsuz sayıda cisimle doludur ve bu sonsuzluk karşısında dünya “zerre bile değildir”. Devamında “bin güneş, binlerce ay, yüz bin sabit yıldız ve nice gezegen”den söz edilir; her güneşin kendi uydularıyla seyrinden, her uydunun diğerleriyle kavuşumundan, her merkezin kendi ekseninde, her kıtanın kendi mihverinde dönmesinden bahsedilir. Bu tablo, klasik kozmolojiden çok, Newton sonrası modern astronominin şairane bir tercümesi gibidir. Ziya Paşa, evreni merkezî, hiyerarşik bir düzen olarak değil, çok merkezli, sonsuz, genişleyen ve insanın konumunu dramatik biçimde küçülten bir yapı olarak görür. Her zerrede özel bir feyz, her cisimde kendine mahsus bir tabiat bulunduğunu söyler; her âlemin zamanı ve tarihi de birbirinden farklıdır: “Her âlemin sinîn ü tevârîhi muhtelif / Her bir zeminde başka hisâb üzredir zamân.” Bu, zamanın ve tarihin göreliliğine dair modern bir sezgidir. Bent, bütün bu kozmik tabloyu “girdâb-ı hayret”e bağlayarak, evreni sonu gelmez bir hayret denizi olarak resmeder. Yine “Sübhâne men…” beytiyle bitse de, burada tesbihin tınısı klasik bir huzurdan ziyade, aklın sınırına dayanmış bir şaşkınlık taşır.
3. Bent: Dünya Sofrası ve Varoluşun Kırılganlığı
Üçüncü bent, evrenin içindeki dünya küresine odaklanır. Toprak küresi “zerre-i nâ-müntehâ-yı hâk” olarak, yani sonsuz topraklar içinde bir zerre olarak tasvir edilir. Dünya, ateşli bir küre, üstünde denizler, nehirler, rüzgârlar dolaşan bir gezegen olarak anlatılır. Bu kürenin kabuğu, bütün hayvanların rızkını bulmak için gece gündüz meşgul olduğu, üstünde “dünya sofrası”nın kurulduğu yüzeydir. Her nefis, bu sofradan “ber-vech-i iştirak” rızkını almaktadır. Şair, dünyanın aynı anda hem hayat neşesini hem de helâk zehrini taşıdığını söyler: Zerrât-ı kevn burada hayat neşesini bulur, fakat halkın fertleri burada helâk yudumunu da içer. Bent, endişe verici bir imgeyle biter: Bütün nefisler kendini emniyet yatağında sanırken, aslında “bir top-ı şû’le-nâk” (alevli bir küre) üzerinde vehimsiz, tedbirsiz bir şekilde yatmaktadır. Bu, modern doğa bilimlerinin gösterdiği fizikî zeminle, insanın varoluşunun kırılganlığını birleştiren güçlü bir imgedir: Dünya aslında patlamaya hazır, ateşli bir küre; biz ise bunun farkında olmayan canlılarız.
4. Bent: Doğanın Şiddeti ve Darwinci Çatışma Duygusu
Dördüncü bentte doğa, bütünüyle bir şiddet ve avlanma sahnesi olarak resmedilir. Aslanın önüne düşen ceylan, kurda yem olan koyun, örümceğe gıda olan sinek, kartala esir düşen kuş, yırtıcı kuşların avladığı serçeler, yırtıcı balıklar, köpekbalığına yem olan dalgıç, tuzağa düşen güvercin, kabuğu parçalanan sedef, kürkü için öldürülen samur… Ziya Paşa, adeta modern biyolojinin “doğal seçilim” mantığını sezerek, doğadaki tüm ilişkileri güçlünün zayıfı yok ettiği bir mücadele alanı olarak gösterir. Bentin sonundaki “galib zebûnu kaidedir eylemek telef / Yerde hevâda bahrde câri bu gir ü dâr” mısraları, dünyayı üç boyutuyla (kara, hava, deniz) genele yayılmış bir yutma-yutulma döngüsü olarak tarif eder. Burada doğanın “hikmetli dengesi”nden değil, determinist ve acımasız bir çatışma düzeninden söz edilir. Bu, hem klasik dünya görüşünden radikal bir kopuştur hem de modern, seküler doğa tasavvurunun şiirdeki berrak yansımalarından biridir.
5. Bent: İtikadlar Tarihi ve Dinin Göreli Algılanışı
Beşinci bent, insanlığın inanç tarihine bakar. Güneş, yıldızlar, ateş, “Yezdân ve Ehremen”, nur ve zulmet, akıl, güzellik, aşk… Hepsi farklı dönemlerde insanların tanrılaştırdığı unsurlardır. Ardından tevhid çağı gelir; fakat tevhidin zuhuru bile “bin fitne bin fesâd”la birlikte anılır. Ziya Paşa, farklı inançları “halk–Hâlık ilişkisini” anlamanın çeşitli denemeleri olarak görür: Bir zaman zat, bir zaman sıfat öne çıkar; bazen vahdet, bazen kesret vurgulanır. Her toplum kendi inancını “hidayet yolu” sayarken diğerlerini sapma olarak görür. Buna rağmen bent, ince bir sentezle biter: “Amma bu ihtilâf ile maksûdu cümlenin / Bir Hâlıka hulûs ile etmektir inkıyâd.” Yani bütün farklı inanç biçimlerinin derininde, samimi bir şekilde bir yaratıcıya yönelme çabası vardır. Bu, dinin sosyolojik ve tarihî farkındalığı açısından son derece modern bir bakıştır: İnançlar mutlak değil, tarihsel ve göreli; ama onların ardındaki “yöneliş” ortak.
6–7. Bentler: Akıl, Fazilet ve Altüst Oluş
Altıncı ve yedinci bentler, akıl ile cehaletin, fazilet ile zilletin, değer ile değersizliğin dünyada nasıl ters yüz olduğunu anlatır. Güller figanla güler, bülbül ıstırap içinde öter; hasta can çekişirken hekim ücret peşindedir; zengin cesetler leş gibi ortada kalır, varis ve gasil hırsla üzerine çullanır. Şehir eşrafı, nazlı yastıklara dayanırken; aç ve garip, zillet toprağına serilir. Akıllı, faziletli, nâsih insanlar çoğu zaman horlanır; fesatçı, câhil, menfaatçi kimseler ise kabul görür, baş tacı edilir. Ziya Paşa, “cehaletin dünyada daima saadet örneği, aklın ise bela vesilesi” olduğunu söyleyecek kadar serttir: “Bilmem ki muktezâ-yı nizâm-ı cihân mıdır / Dâim cihânda câhil olur mes’adet-nümûn.” Bu, modern sosyolojik bir tespit gibidir: Sosyal yapının değer üretim mekanizmaları bozulmuş, ölçüler altüst olmuştur. Akıllı ve faziletli, sistem içinde “zararlı” ve “rahatsız edici”; cahil ve çıkarcı ise “uyumlu” ve “mükâfatlandırılan”dır. Bu iki bentte Ziya Paşa, sadece doğayı değil, sosyal düzeni de adaletsiz ve tersine işleyen bir mekanizma olarak resmeder.
8. Bent: Peygamberler, Veliler ve Kötülük Problemi
Sekizinci bent, bu kez tarih sahnesine taşınır; fakat sıradan tarih değil, peygamberler ve büyük dinî şahsiyetlerin hayatları üzerinden teodise (kötülük problemi) sorgulanır. Âdem cennetten çıkarılır; İbrahim’in oğlu kurbanla imtihan edilir; Yakub oğul hasretiyle ağlar; Yusuf kuyuya atılır; Eyyub bedenî hastalıkla inler; Zekeriyya testereyle şehit edilir; Yahya’nın başı kesilir; İsa bin bir mihnete maruz kalır. Hz. Peygamber Taif’te taşlanır, Uhud’da yaralanır, açlık çeker, zehirlenme girişimine maruz kalır; sahabeler, Ehl-i Beyt şehit edilir. Bent, “Her kimde aşk galib ise kurb-ı Hazret’e / Ol denlü anda derd ü belâdır fîzûnter” beytiyle, yakınlık arttıkça belânın arttığı paradoksuna işaret eder. Bu, klasik tasavvufî “belâ nimettir” anlayışını hatırlatsa da, şiirin bütününe yayılan ton, bu yoğun acıları sorgusuz bir teslimiyetle değil, acı ve hayretle kaydeder. Burada teodise problemi, doğrudan metnin içine çekilir: Madem en seçkin kullar en ağır belâlara duçardır, o hâlde dünyadaki iyilik–kötülük dağılımının mantığı nedir?
9. Bent: Fail-i Mutlak ve Metafizik Soruşturma
Dokuzuncu bent, soruyu iyice teolojik bir seviyeye taşır: “Kimdir bu aczi hâs kılan nev’-i âdeme? / Kimdir bu nev’i eşref eden cümle âleme?” Şeytan ve nefsi şerre âlet eden kimdir? Mansur’u “Enelhak” demeye kim sevk etti, onun katlini emreden şer’i kim koydu? İyiyi kötüye, kötüyü iyiye sevk eden; bazılarını fesat yoluna, bazılarını hidayete yönelten kimdir? Ziya Paşa, tek tek tarihî ve dinî şahsiyetler üzerinden (Mansur, Cem, Yahudiler, Meryem, Süfyân, Ca’de, Şemr, İbn Mülcem, Nasîr-i Tûsî, Hulagu, Musta’sım…) iyilik–kötülük, hidayet–dalalet, adalet–zulüm ilişkilerindeki karmaşıklığı gösterir. Bent, “Kimdir bu kârgâha çeken perde-i hafâyı / Kimdir veren tasavvur-ı tefriş âdeme” sorusuyla, bütün bu karmaşayı doğrudan fail-i mutlaka bağlayan ama aynı zamanda Onu sorgulayan bir tona ulaşır. Bu, metafizik soruyu, “masum bir kader inancı” yerine gerilimli, problematik bir tefekkür haline getiren modern bir tavırdır.
10–11. Bentler: Ferdî Hayat, Arzu, Esaret ve Normların Göreliliği
Onuncu bent, insanın günlük hayatını ve tutkularını ele alır. Kimisi ikbal için rahatını feda eder, kimisi belaya tutulur; kimisi zenginlik peşinde ömrünü harcar, kimisi simya ve kimya peşine düşüp iflasa sürüklenir; kimisi şöhret uğruna kıtal arzusuna kapılır, kimisi sevgilinin gözü, saçı, yanak ve gül bahçesi uğruna hayatını perişan eder; kimisi büyü, tılsım, dua, riyâ, içki, eğlence, riyazet peşinde koşar. Bent, “Her şahs-ı hürri kayd-ı esaretle mübtelâ” beytiyle özetlenir: Her hür görünen şahıs, aslında kendi özel emeliyle kayıt altına alınmış bir esarettedir.
On birinci bentte ise sosyal normların ve ahlâk kıstaslarının ne denli görece ve değişken olduğu anlatılır. Bir yerde yol kesen asılır, başka bir yerde kahraman sayılır; bir şehirde kadın örtüsü ayıp, başka şehirde güzellik vesilesidir; bir toplumda şarap içmek ayıp, başka bir yerde meşrebin gereği; bir yerde halkın malını çalmak büyük suç, başka yerde hukukun çiğnenmesi normal. Ziya Paşa, “Her beldede ayrı bir ölçü, her zihinde ayrı bir mizan” olduğunu vurgular ve şu sonuca ulaşır: Dünyada akıl ile delili, hak ile bâtılı, adalet ile zulmü tartacak sabit bir mizan yoktur. Bu, modern görecilik ve norm eleştirisinin şiirdeki güçlü bir ifadesidir.
12. Bent: Kudret, Tevhit ve Hayretle Gelen Teslimiyet
Son bentte Ziya Paşa, bütün bu karmaşanın ve bunalımın ardından yeniden kudret ve tevhid fikrine döner. Sabahı akşama, yazı kışa, hayatı ölüme, ölümü hayata çeviren; İbrahim için ateşi nura dönüştüren; Musa’nın nurunu nara benzeten; dünyada aşkı, nefret ve imtihanı yaratan; bir mülkü zalim yüzünden yıkan, bir kavmi münafık yüzünden mahveden; yüz yıl eğitip yetiştirdiği bir marifet sahibini bir anda ölüm pençesine düşüren; kısaca varlık sahnesinde tasarrufu mutlak olan bir kudretten söz eder. Burada hâlâ acı, belirsizlik, adaletsizlik imgeleri vardır; fakat metin “Arif odur ki aczine itiraf eder ve bu hâdiselerden ibret alır” diyerek, modern krizi tekrar metafizik bir çerçeveye bağlamaya çalışır. Son beyitte “Mülkünde hakk-ı tasarruf eder keyfe mâ yeşâ / İsterse kevni yok eder, isterse var eder” diyerek, tartışmayı “Allah’ın mutlak iradesi”ne teslim eder. Ancak bu teslimiyet, baştaki gibi saf bir sükûnet değil; bütün bentler boyunca birikmiş modern hayret, şüphe ve bunalımın içinden geçen bir teslimiyettir.
Sonuç: Modern Bir Kozmik-Hayat Krizi Metni Olarak Terci-i Bent
Ziya Paşa’nın Terci-i Bent’i, klasik divan şiirinin dili ve kalıbı içinde yazılmış olmakla birlikte, içerik itibariyle modern kozmoloji, modern doğa tasavvuru, modern tarih bilinci ve modern varoluş krizinin birleştiği bir düğüm noktasıdır. Kâinat sonsuzlaşmış, insan küçülmüş, doğa hikmet sahnesi olmaktan çıkıp şiddet ve mücadele alanına dönüşmüş, sosyal normlar göreli ve tersyüz, peygamber ve veliler bile kötülük probleminin gölgesinde düşünülmüş, akıl ve fazilet dünyada karşılığını bulamaz olmuş, birey tutkularının esiri hâline gelmiştir. Bütün bunlara rağmen şiir, her bendin sonunda tekrar edilen “Sübhâne men tahayyere fî sun’ihî’l-ukûl / Sübhâne men bi kudretihî ya’cizü’l-fuhûl” beytiyle, aklın şaşkınlığını ve kudret karşısındaki aczini itiraf eden bir tevhid cümlesine bağlanır.
Bu bağlama, Terci-i Bent’i tam anlamıyla “modern–geleneksel” ikiliğinin ortasına yerleştirir: Bir yanda modern bunalımın bütün unsurları, diğer yanda bu bunalımı taşıyan fakat yıkılmayan bir tevhid bilinci. Tam da bu yüzden, Ziya Paşa’nın bu metni, Tanzimat şiirinde modern etkilerin en yoğun ve en derin göründüğü metinlerden biri olduğu kadar, Osmanlı modernleşmesinde metafizik kriz ile iman arasındaki gerilimi en açık şekilde kayda geçiren metinlerden biridir ve yalnızca Tanzimat şiirinin dönüşümünü değil, Osmanlı entelektüel dünyasında modernliğin geçmişle kurduğu ontolojik hesaplaşmayı da gözler önüne serer.
_edited.jpg)

