Osmanlı'da İdeolojik Tarihyazımının Öncüsü: Aşıkpaşazade
- Reha Kansu

- 7 gün önce
- 10 dakikada okunur

1. Giriş: Aşıkpaşazade'nin Misyonu
Osmanlı tarih yazıcılığının kurucu metinlerinden biri olan Menakıb u Tevârîh-i Âl-i Osman, yazarı Derviş Ahmed Aşıki yahut bilinen adıyla Aşıkpaşazade’nin (1393-1484) kişiliğinin derin izlerini taşır. I. Mehmed, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed devirlerindeki seferlere bizzat katılmış, İstanbul’un fethine tanıklık etmiş bir “gazi” ve Aşık Paşa sülalesinden gelen bir “derviş” olarak Aşıkpaşazade, olayları yalnızca kaydetmekle yetinmez. Eserini, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ruh veren “gazi-derviş ideolojisini” canlı tutma, bu değerleri Fatih devrinin görkemi içinde yeniden yüceltme ve gelecek nesillere miras bırakma misyonuyla kaleme alır. Bu bakımdan metin, tarafsız bir vakanüvisin kroniği değil, Osmanlı Devleti’nin ruhi ve askeri temelini Fatih devrinin değişen şartlarına karşı savunan ideolojik bir manifestodur.
Aşıkpaşazade’nin eserini doğru okuyabilmek için yazarın kimliğini, tecrübelerini ve amacını kavramak stratejik önem taşır. Onun birinci elden tanıklıkları, soyu ve tasavvufî arka planı, kendisine sadece “tarihçi” değil, aynı zamanda ahlaki bir misyon yüklenmiş bir “hatırlatıcı” kimliği kazandırır. Bu kimliği kavramak, anlatının altındaki derin ideolojik ve ahlaki katmanları anlamak için kilit bir anahtardır. Aşıkpaşazade, eserini sadece geçmişi kaydetmek için değil, aynı zamanda içinde yaşadığı döneme; özellikle de Sultan II. Mehmed’e bir ayna tutmak için yazmaktadır.
Onun temel hedefi, Fatih Sultan Mehmed gibi “büyük bir figür”ün şahsında, Osmanlı’nın varlık sebebi olarak gördüğü değerler bütününü yeniden canlandırmaktır. Fetihler Aşıkpaşazade için sadece toprak kazanımı değil; gazâ ruhunun, alp-erenliğin ve derviş ahlakının tezahürüdür. Padişahın meşruiyeti, dünyevi kudretinden çok, bu manevi misyona sadakatine bağlıdır. Eser, Fatih devrinin merkezileşen ve bürokratikleşen yapısı içinde, kuruluş yıllarının saf ve adanmış ruhunun kaybolabileceği endişesiyle kaleme alınmış bir uyarı ve hatırlatma metni gibidir.
Aşıkpaşazade, sadece okuduklarını aktaran bir katip değildir; onun tarihçiliği, bizzat tecrübeye dayanır. I. Mehmed, II. Murad ve II. Mehmed dönemlerindeki seferlere katılmış ve İstanbul'un fethinde bizzat bulunmuş olması, ona olayları ham birer veri olarak değil, yaşayan bir ruhun parçası olarak yorumlama yetkisi verir. Bu tecrübeye dayalı tarih anlayışını, kaynaklarını açıklarken somutlaştırır: Osmanlı tarihini Yıldırım Han’a kadar olan bölümünü, Geyve’de hastayken evinde kaldığı Orhan Gazi’nin imamının oğlu Yahşı Fakıh’tan bizzat dinleyerek öğrendiğini belirtir. Benzer şekilde, Ankara Savaşı’na dair detayları da Yıldırım Bayezid’in has solaklarından Koca Nayib’den sorup öğrenerek yazdığını aktarır. Bu metodoloji, onun satırlarına hem samimiyet hem de eleştirel bir cesaret katmıştır.
Aşıkpaşazade, bu otoriteyi devletin kuruluş değerlerinden uzaklaşılmasına dair kaygılarını dile getirmek için kullanır. Özellikle Fatih döneminde güçlenen bürokratik yapıyı ve bunun beraberinde getirdiği ahlaki yozlaşma potansiyelini eleştirmekten çekinmez. Çandarlı ailesi gibi figürler üzerinden devlet yönetimine “hile” karıştığını vurgulaması, eserinin neden yalnızca geçmişi anlatan bir kronik değil, aynı zamanda Fatih dönemine ders vermeyi amaçlayan bir uyarı metni olduğunu açık biçimde gösterir. Onun misyonu, geçmişin parlak anılarını bugünün tehlikelerine karşı bir kalkan olarak sunmaktır. Bu misyon anlaşıldıktan sonra, Aşıkpaşazade’nin idealize ettiği ve Osmanlı meşruiyetinin temeli olarak gördüğü kuruluş değerleri daha yakından incelenebilir.
2. Osmanlı Meşruiyetinin Temeli: Gazâ, Alp-Erenlik ve Derviş Ahlakı
Aşıkpaşazade'ye göre, Osmanlı Devleti'nin ilk dönemdeki baş döndürücü başarısının sırrı, orduların gücünden veya siyasi dehadan ziyade üç manevi sütun üzerinde yükselmesinde yatmaktadır: Gazâ ruhu, alp-erenlik modeli ve derviş ahlakı. Bu üç değer, sadece fetihlerin ardındaki itici güç değil, aynı zamanda devletin meşruiyetinin de temel kaynağıdır. Yazar, bu unsurları bir "altın çağ" portresi çizmek ve bu portreyi Fatih dönemindeki sapmaları eleştirmek için bir ölçüt olarak kullanmak amacıyla idealize eder.
Gazâ, onun nazarında bir hükümdarın asli kimliğidir. Bu nedenle sultanları bölüm başlıklarında “SULTAN MURAD HAN GAZİ”, “SULTAN MEHMED HAN GAZİ” gibi unvanlarla anar; bu kimliği “Mücahitlerin Sultanı” (Sultanü’l-Mücahidin) gibi yüceltici nitelemelerle pekiştirir. Sultanlar sefere çıkarken niyetlerini “Allah için savaşa çıkıyorum” sözleriyle ifade ederler. Bu retorik, fetihlerin temel motivasyonunun dünyevi çıkar değil, İslam’ı yayma ve ilahi bir görevi yerine getirme olduğu anlayışını vurgular.
Devletin kuruluş harcını karanlar, Aşıkpaşazade'ye göre, sadece kılıç sallayan savaşçılar değil, aynı zamanda birer "alp-eren" olan öncü şahsiyetlerdir. Turgut Alp, Hasan Alp, Konur Alp ve Akçakoca gibi figürler, bu idealin yaşayan örnekleri olarak sunulur. Onlar, fethettikleri yerleri sadece zapt etmekle kalmaz, aynı zamanda imar eden, İslamlaştıran ve adaletle yöneten kurucu babalardır. Aşıkpaşazade, onların bu devlet kurucu rollerini somut eylemlerle ortaya koyar. Fethettikleri bölgelere kendi adlarının verilmesi (Turgutili gibi), onların bu topraklardaki kurucu rollerini ve bıraktıkları kalıcı mirası pekiştirir. Alp-eren, savaşçı kimliği ile idari ve manevi liderliği birleştiren, devletin temelini atan ideal insan tipidir.
Bu çerçevede gazâ ruhu, alp-erenlik ve derviş ahlakı hem Osmanlı’nın kuruluş devrini “örnek çağ” olarak kurar hem de Fatih devrinin yeni bürokratik elitlerini tartan bir mihenk taşı işlevi görür. Çalışmanın devamında, Aşıkpaşazade’nin anlatısını şekillendiren bu “gazi-derviş” dünya görüşünün temel direkleri, sultan ve devlet adamlarını bu mercekten nasıl değerlendirdiği ve Fatih portresini bu çerçevede nasıl zirveye yerleştirdiği ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
3. Osmanlı'nın Kuruluş Ruhu: Gazi-Derviş Dünya Görüşü
Aşıkpaşazade'nin tarih anlatısını anlamak için, onun zihin dünyasını şekillendiren "gazi-derviş" ideolojisini kavramak esastır. Bu ideoloji, Osmanlı Devleti'nin kuruluş harcını oluşturan iki temel unsurun birleşiminden doğar: İslam adına fetihler yapan savaşçıların (gaziler, alpler) dinamizmi ve topluma manevi rehberlik eden dervişlerin (erenler, babalar) manevi gücü. Bu sentezin idealize edilmiş figürü olan "alp-eren", hem savaşçı (alp) hem de manevi (eren) erdemleri şahsında birleştiren kahramandır. Aşıkpaşazade için bu, sadece geçmişte kalmış bir olgu değil, devletin gücünün ve meşruiyetinin yegâne kaynağı olan, daima canlı tutulması gereken bir ruhtur.
Aşıkpaşazade'nin bu kimliğin bir parçası olduğuna dair kanıtlar, metnin her satırında ve kendi hayat hikayesinde mevcuttur. Asıl adının "Derviş Ahmed" olması, tasavvufi geleneğe mensup Aşık Paşa sülalesinden gelmesi ve en önemlisi, İstanbul'un fethi gibi büyük gazalara bizzat katılmış olması, onu bu ideolojinin hem bir anlatıcısı hem de bir uygulayıcısı yapar. O, olayları dışarıdan gözlemleyen bir tarihçi değil, inandığı değerler uğruna savaşmış bir aktördür.
Bu dünya görüşünün temel direkleri, Aşıkpaşazade'nin metninde açıkça görülebilir:
Gazâ'nın Varlık Sebebi Olması: Aşıkpaşazade için savaş, siyasi bir eylemden önce dini bir misyondur. Osman Gazi'nin kuruluş mücadelesini anlatırken kullandığı "İslamiyet' i yaymak için fırsat kapısı açıldı" ifadesi, bu misyonun altını çizer. Osman Gazi'nin, savaşa giderken niyetini "Allah için savaşa çıkıyorum." diyerek açıklaması, gazânın ilahi bir amaç taşıdığını ve bir varoluş görevi olduğunu vurgular.
Dervişlerin ve Ulemanın Rolü: Fetihlerin başarısı, ordunun gücü kadar, manevi liderlerin duasına ve himmetine bağlıdır. Şeyh Edebalı, Geyikli Baba ve İstanbul'un fethindeki Akşemseddin gibi figürler, zaferin manevi garantörleridir. Osman Gazi'nin yükselişi, "O erenlerden dua aldı ve veli olarak göründü" ifadesiyle doğrudan bu manevi desteğe bağlanır. Bu manevi bağ, hanedanın bekasının da teminatıdır. Geyikli Baba'nın Orhan Gazi'ye söylediği gibi: "Teberrükümüz oldukça dur, dervişlerin duası sana ve senden gelecek nesline makbuldür." Bu ifade, dervişlerin manevi gücünü doğrudan hanedanın geleceğine ve devamlılığına bağlar.
Aşıkpaşazade, Osmanlı Devleti'nin maddi kılıcının yanında manevi bir rehberliğe sahip olduğuna kuvvetle inanır ve bunu sık sık vurgular. Devletin kuruluşu, Şeyh Edebalı gibi bir maneviyat önderinin rehberliği ve Osman Gazi'nin gördüğü rüyayı onun yorumlamasıyla manevi bir meşruiyet kazanmıştır. Bu ilişki, siyasi gücün ilahi bir onaya ve ahlaki bir temele dayanması gerektiğini gösterir. İlk dönem sultanlarının Geyikli Baba ve Postin-puş gibi dervişlere gösterdiği derin saygı ve onların dualarını almayı bir zafer nişanesi olarak görmeleri, bu manevi bağın gücünü ortaya koyar. Aşıkpaşazade, bu ahlaki standardı şu net ifadeyle özetler:
"Alimler bir şeye, 'günah' demişse Osmanoğulları da ondan kaçarlardı."
Bu cümle, kuruluş döneminde devlet yönetiminin şeriat ve ahlak kurallarına ne denli sıkı sıkıya bağlı olduğunun ve ulemanın tavsiyelerinin ne kadar belirleyici olduğunun altını çizer. Bu üç temel değer, Aşıkpaşazade'nin elinde yalnızca bir "altın çağ" tasviri değil, Fatih devrinde gördüğü yozlaşmanın üzerine tutacağı keskin bir ahlaki ayna ve eleştirel bir silah haline gelecektir.
Aşıkpaşazade, devlet yönetimindeki ahlaki bozulmanın başlangıcını spesifik olarak Çandarlı ailesine, özellikle de Halil Paşa ve oğlu Ali Paşa'ya bağlar. Onun gözünde bu isimler, kuruluşun samimi ve dürüst yönetim anlayışına "hile" ve "fesat" sokan figürlerdir. Bürokrasi ve artan "danişmend" (bilgili/eğitimli) sınıfı, saf gazâ ruhunun yerini entrika ve dünyevi hesapların aldığı bir dönemin başlangıcını simgeler. Aşıkpaşazade, bu eleştirisini şu keskin ifadelerle dile getirir:
Ne zaman ki Çandarlı Halil ve Türk Rüstem geldi, bunlara efendimiz dediler, ondan sonra işlere hile karıştı. Halil'in oğlu Ali Paşa vezir olunca bilgili insanlar çoğaldı. Bu Osmanoğulları, haramlara karşı katı davranan bir soy idi. Onlar gelince fetvaya, dini hükümlere hile karıştırdılar ve Allah korkusunu ortadan götürdüler.
Bu pasaj, sadece bir ailenin hedef alınması değil, devletin ruhundaki köklü dönüşüme karşı duyulan derin kaygının ifadesidir. Aşıkpaşazade’ye göre bu, kuruluşun temelindeki “takvâ”nın zayıflayıp yerini “hile”ye bıraktığı kritik eşiği temsil eder.
Fetih ve meşruiyet ilişkisi de bu ideolojik çerçeve içinde anlam kazanır. Fetihler, sultanın kişisel başarısı olarak değil, ilahi inayetin sonucu olarak anlatılır. Zaferler sık sık “Allah ona yardımını nasip etti” türü ifadelerle açıklanır. Böylece sultanın meşruiyeti doğrudan Allah’ın yardımına ve gazâ yoluna sadakatine bağlanır; sultan bu yoldan yürüdüğü müddetçe meşru ve ilahi destekle muktedirdir.
Bu ideolojik çerçeve, Aşıkpaşazade'nin sadece olayları değil, olayların kahramanları olan sultanları nasıl tasvir ettiğini de doğrudan belirlemiş ve onlara biçtiği kimliği şekillendirmiştir.
4. Sultanın Kimliği: “Gazi Padişah” ve Meşruiyetin Kaynağı
Aşıkpaşazade'nin anlatısında sultanlara verilen unvanlar, basit birer isimlendirme olmanın ötesinde, Osmanlı Devleti'nin meşruiyetini ve misyonunu tanımlayan ideolojik araçlardır. Aşıkpaşazade, eserinin bölüm başlıklarında sultanları anarken sistematik olarak belirli unvanları tercih eder. Bu bilinçli seçim, her bir padişahın kimliğini, gaza yolunun lideri ve İslam'ın savaşçısı olarak yeniden inşa eder.
Bu sistematik kullanım, eserin iç düzeninde açıkça izlenebilir. Aşıkpaşazade, Osmanlı sultanlarını anarken "Han" veya "Sultan" gibi standart unvanlarla yetinmez; onların kimliğini doğrudan gazâ misyonuyla birleştirir. Bu unvanların kullanımı, devletin artan gücü ve iddialarıyla paralel bir retorik yükselişi sergiler. Orhan Gazi gibi basit ve temel unvan, gazanın kurucu kimliğini yansıtır. I. Murad ile birlikte kullanılan Mücahitlerin Başbuğu (Mücahitlerin Lideri/Komutanı) ifadesi, sultanı belirli bir savaşçı topluluğunun başı olarak konumlandırır. Bu retorik, Fatih Sultan Mehmed ile zirveye ulaşır. Fatih için kullanılan Arapça tamlama Sultanü'l-Mücahidin (Mücahitlerin Sultanı), artık sadece bir grubun liderliğine değil, İslam dünyasındaki tüm mücahidlerin sultanı olma iddiasına işaret eder. Bu iddia, Fatih'in imparatorluk vizyonuyla mükemmel bir uyum içindedir. Aşıkpaşazade, bu unvanları kullanarak Fatih'in imparatorluk projesini, kökleri kuruluş yıllarına dayanan gaza meşruiyeti çerçevesinde sunar ve yüceltir. Bu kullanım, Aşıkpaşazade'nin Fatih'i sadece büyük bir fatih olarak değil, aynı zamanda gazi idealinin ulaştığı en yüksek mertebe olarak gördüğünü gösterir.
5. Fatih Sultan Mehmed Portresi: Gazi İdealinin Zirvesi
Aşıkpaşazade'nin anlatısında Fatih Sultan Mehmed, atalarından devraldığı mirası zirveye taşıyan, gazi-derviş ideolojisinin somutlaşmış bir örneği olarak sunulur. Onun fetihleri, şahsî bir hırs veya siyasi bir zorunluluktan ziyade, bu köklü ideolojik mercekten geçirilerek yorumlanır ve manevi bir anlamla donatılır. Fatih, Osman ve Orhan Gazi'nin açtığı "gaza yolunu" layıkıyla devam ettiren ve bu misyonu en parlak zaferlerle taçlandıran "kutlu bir padişah" olarak yüceltilir.
Aşıkpaşazade, Fatih'in gazalarını anlatırken askeri detaylardan çok, fethin ardındaki manevi motivasyonu öne çıkarır. O, seferleri sıradan bir gaza eylemi olarak değil, Müslümanlara yönelik ahlaki haksızlıklara karşı verilen ilahi bir cevap olarak çerçeveler:
• Mora Seferi: Seferin başlangıcı, toprağa değil, ahlaki ve dini bir hassasiyete dayandırılır. Serez'den gelen bir kişinin, Mora'da "Zorla nice Müslüman kadınlarını kullandıklarını görmüş" olması ve bu durumu padişaha bildirmesi üzerine Fatih harekete geçer. Aşıkpaşazade'ye göre bu kararın ardındaki temel itici güç, "İslam gayreti kendisine galip oldu" ifadesiyle özetlenen dini gayrettir. Bu anlatı, savaşı siyasi bir eylemden, Müslüman kadınların onurunu korumayı amaçlayan ahlaki bir zorunluluğa dönüştürür.
• Karaboğdan Seferi: Bu sefer de benzer şekilde dini bir motivasyonla çerçevelenir. Padişah, ordusunu "gaza niyetiyle" toplar. Elde edilen zafer, ordunun gücüne değil, doğrudan ilahi yardıma bağlanır: "Hak teala kemal-i lütfından gazilere fursat virdi." Bu ifade, zaferin askeri bir sonuçtan ziyade, gazilerin liyakatine karşılık Allah'ın bahşettiği bir "fırsat" ve ilahi bir lütuf olarak görüldüğünü kanıtlar.
• İstanbul'un Fethi: Fethin kendisi kadar, sonrasında yaşananlar da Aşıkpaşazade için ideolojik bir önem taşır. Fetihten sonra Ayasofya'da Cuma namazı kılınması ve Fatih adına hutbe okunması, askeri zaferin nasıl nihai bir İslami sembole dönüştürüldüğünü gösterir. Bu, sadece bir şehrin değil, küfrün merkezinin İslam yurdu haline getirilişinin ilanıdır.
Aşıkpaşazade'nin anlatısında Fatih, bu gaza ruhuna ve İslam gayretine sadık kaldığı sürece yüceltilir. Onun en büyük meşruiyet kaynağı, devraldığı bürokratik güç veya askeri deha değil, "Müslüman gaza erliğinin zirvesine ulaşmış olmasıdır." Fatih, bu ideallerin koruyucusu ve en büyük uygulayıcısı olduğu için tarihin merkezine yerleştirilir.
6. İdeolojik Uyarılar: Yoldan Sapanların Eleştirisi
Aşıkpaşazade'nin eseri, yalnızca bir övgü metni değil, aynı zamanda Fatih devrinin yöneticilerine yönelik üstü kapalı bir uyarı ve eleştiri mekanizmasıdır. O, eleştirilerini temellendirmek için Osmanlı'nın kuruluş yıllarındaki saf ve adanmış ruhu bir "altın çağ" olarak idealize eder. Bu ideal, onun için bir ölçüttür ve bu ölçütten sapan her türlü davranış, yozlaşmanın işareti olarak görülür. Aşıkpaşazade, bu idealize ettiği geçmişi şu sözlerle özetler:
Bu Al-i Osmaniler bir sadık soydur. Hiç bunlardan na-meşru hareket olmamış-ıdı.
Bu idealize edilmiş başlangıca karşılık, kendi dönemindeki yozlaşmanın kökenini ise Çandarlı Halil Paşa'ya kadar götürür: "Orhan devrinde, Gazi Murad Han zamanındaki alimler, Çandırlu Halil' e gelinceye kadar haramdan uzak dururlar..." diyerek, kuruluş saflığından bir düşüş anlatısı inşa eder. Bu retorik strateji, Fatih devrinin merkezileşen yapısı ve artan zenginliğiyle birlikte bu saflığın bozulmaya başladığına dair endişelerini, bazı devlet adamlarını hedef alarak dile getirmesini sağlar.
Aşıkpaşazade, Çandarlı Halil Paşa'nın oğlu Ali Paşa ve onun gibi yöneticileri, Osmanlı sarayına dünyevi zevkleri ve hileyi sokmakla eleştirir. Onları, "fetvayı hile itdiler ve takvayı götürdüler" diyerek, dini hükümleri kendi çıkarları için eğip bükmekle ve Allah korkusunu ortadan kaldırmakla suçlar. Yıldırım Bayezid'in meclisine şarabın girmesine sebep olarak Ali Paşa'yı ve Sırp prensesini göstermesi, bu yozlaşmanın somut bir örneğidir.
İstanbul'un fethinden sonra vergi (mukataa) uygulamasını geri getiren Rum kökenli vezir Mehmed Paşa, Aşıkpaşazade'nin en sert eleştirilerine maruz kalan figürdür. Fetihten sonra şehrin bir İslam yurdu olarak yeniden imar edilmesi gerekirken, Rum Mehmed Paşa'nın bu vergiyi tekrar uygulamaya koyması, Aşıkpaşazade tarafından bu amaca ihanet olarak görülür. Bu davranışıyla şehrin yeniden canlanmasını engellemeye çalışan Paşa, olumsuz bir karakter olarak çizilir ve sonunda layık olduğu cezayı bulur: "padişah anı it gibi bogdurdı."
Bu eleştiriler, Aşıkpaşazade'nin ana mesajını güçlendirir: Osmanlı'nın gerçek gücü, kuruluşundaki gazâ ve derviş ahlakına olan sadakatinden gelir. Bu yoldan sapmak, dünyevi zevklere ve hileye yönelmek ise devleti bozulmaya ve ilahi gazaba sürükleyecektir. Bu uyarılar, eseri ahlaki ve ideolojik bir rehbere dönüştürür.
Aşıkpaşazade'nin endişeleri sadece bürokrasiyle sınırlı değildir; bu yozlaşmanın padişahın ahlakını dahi etkileme potansiyelinden rahatsızlık duyar. Ali Paşa'nın, Sultan Bayezid'i şaraba başlatmasını bu tehlikeli sapmaya bir örnek olarak sunması oldukça manidardır. Bu, padişahın artık sadece dervişler ve alimlerle değil, dünyevi zevkleri teşvik eden bürokratlarla çevrili olduğunun bir işaretidir.
Bununla birlikte en büyük tehlikelerden biri de rüşvetin yaygınlaşmasıdır. İstanbul'un fethi sonrası Halil Paşa'ya gönderilen rüşveti anlatırken kullandığı "balığın karnını filoriyle doldurdular" imgesi, yolsuzluğun ne kadar incelikli ve yaygın hale geldiğini gösterir. Rüşvet için kullandığı "söz kesen, dil tutan" gibi deyimler, bu uygulamanın devlet işleyişini nasıl kilitlediğini ve adaleti nasıl bozduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Aşıkpaşazade, bu yozlaşmanın sadece kendi gözlemi olmadığını, düşman tarafından dahi bilinen bir gerçek olduğunu Tekfur'un veziri Kerluka'nın şu sözleriyle kanıtlar: "Halil balığı yutar ama size faydası dokunmaz. Siz kendi başınızın çaresine bakın." Düşmanın bile vezirin rüşvetçiliğine güvensizliği, durumun vahametini ve Aşıkpaşazade'nin eleştirisinin haklılığını gözler önüne serer.
Bu eleştiriler, karamsar bir tablo çizse de aslında bir çaresizlik ifadesi değildir. Aksine, Aşıkpaşazade bu tehlikeleri Fatih Sultan Mehmed'in dikkatine sunarak, ondan bu gidişata dur demesini beklediğini ima eder.
7. Sonuç: Mirası Korumak İçin Kaleme Alınan Bir Tarih
Aşıkpaşazade'nin Tevarih-i Âl-i Osman eseri, Fatih devrini anlatırken, olayları kronolojik bir sırayla aktaran yansız bir metin olmanın çok ötesine geçer. Bizzat bir gazi ve derviş olan yazar, kalemini bir kılıç gibi kullanarak Osmanlı Devleti'nin temelindeki "gazi-derviş" ideolojisini savunmuş, yüceltmiş ve gelecek nesillere aktarmak istemiştir.
Aşıkpaşazade, sadece olayları sıralamakla yetinmez; her bir hadiseyi, kuruluş ruhunun temel değerlerini yücelten ve bu değerlerden sapmaları eleştiren bir çerçeve içinde sunar. Bu yaklaşım, onun temel hedefinin, İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir figürü, eleştirdiği yozlaşmaya karşı bir panzehir ve kuruluş ruhunun yeniden tecessüm etmiş bir hali olarak görmek olduğunu ortaya koyar.
Eser, Fatih'e sunulmuş bir "ibret aynası" gibidir. Aynanın bir yüzünde, atalarının gazâ ruhuyla, alp-erenlerin fedakarlığıyla ve dervişlerin duasıyla kazandığı saf ve maneviyatla dolu zaferler parlamaktadır. Diğer yüzünde ise bürokrasinin getirdiği "hile," dünyevileşmenin getirdiği ahlaki zafiyetler ve rüşvetin karanlık gölgesi görünmektedir. Aşıkpaşazade, bu iki zıt tabloyu sunarak Fatih'e örtük bir çağrıda bulunur: Atalarının yolunu mu seçecektir, yoksa Çandarlılarla başlayan yozlaşma tehlikesine göz mü yumacaktır?
Onun anlatısı, bu nedenle, kendi zamanıyla diyalog halinde olan bilinçli bir ideolojik inşadır. Bu, Fatih devrinin merkezileşen, bürokratikleşen yeni elitlerine yönelik nostaljik fakat bir o kadar da acil bir çağrıdır. Aşıkpaşazade, imparatorluğun görkemi ve lüksü içinde kaybolma riski taşıyan bu yeni nesle, devletin meşruiyetinin ve ilahi desteğinin, kuruluş yıllarındaki o saf "gazi-derviş" ruhuna bağlı olduğunu hatırlatır. Savaşlar gazâ, fetihler ilahi bir lütuf, sultanlar ise bu misyonun liderleri olarak resmedilmiştir.
Bu büyük ideolojik yapının merkezindeki en büyük kahraman ise Fatih Sultan Mehmed'dir. O, sadece İstanbul'u fetheden bir komutan değil; atalarının mirasını devralıp gazâ ruhunu, manevi misyonu ve ilahi meşruiyeti şahsında zirveye taşıyan bir "Mücahitlerin Sultanı"dır. Aşıkpaşazade'nin gözünden Fatih, Osmanlı idealinin ulaştığı en parlak nokta ve korunması gereken bir mirasın en güçlü timsalidir.
Son tahlilde, Aşıkpaşazade'nin Fatih'e olan bu çağrısı, Osmanlı meşruiyetinin ve gücünün kaynağının toprağın genişliğinde, hazinenin zenginliğinde ya da bürokrasinin karmaşıklığında değil, o toprağı fetheden ruhun safiyetinde ve adaletinde yattığına dair ölümsüz bir hatırlatmadır.
_edited.jpg)
