top of page

Necip Fazıl ve İdealist Tarih Anlayışı

necip fazıl tarih

1.     Giriş

Klasik metafizik geleneğin varlığı öz ve görünüş olarak ikiye ayırması, insanın hakikati kavrama biçimlerinin en eski şemasını temsil eder. İdealist gelenek açısından bu ayrım, Antikçağ’da Platon’un “idea”sı ile madde dünyası arasında kurduğu hiyerarşide, Aristoteles’te “form” ile “hyle” arasındaki ilişkide, modern dönemde ise Kant’ın “fenomen–noumen” ve Hegel’in “öz–biçim” diyalektiğinde farklı yorumlarla sürmüştür. İslam’a Muhatap Anlayış’ın teorik dil alanında, yani İBDA sisteminde bu metafizik ayrım, keyfiyet (öz, mânâ, ruh) ve kemmiyet (sûret, biçim, madde) terimleriyle yeniden tanımlanır. Bununla birlikte, klasik Batı metafiziğinin ikili yapısı, İslâmî bir nitelemeye kavuşturulur ve tarih, ahlâk, toplum gibi alanlara uygulanabilir bir düşünce sistemine dönüşür. Bu yaklaşımı güden idealizm, Batı’daki soyut ve rasyonel idealizmden farklı, ruhu ilâhî mânânın taşıyıcısı olarak gören bir çeşit İslâmî idealizmdir. Bu makalede, Büyük Doğu idealizminin tarihe uygulanmış biçimiyle ve Necip Fazıl’ın tarih görüşlerinin arkasında yatan anlayışla ilgileneceğiz.


Bunu yaparken Necip Fazıl’ın bakış açısından tarihin süreklilik ve süreksizlik mantığının nasıl kurulduğunu da açıklamış olacağız. Nitekim tarih, Necip Fazıl’da “zaman”ın beşeri olaylar zinciri halinde akışından çok, belirli bir oluşun sürekliliği ve süreksizliğini gösteren olaylar silsilesi olarak el atılan bir mevzudur. Bir fikrin, bir ruhun veya bir anlamın, değişen şartlar içinde özünü koruyarak varlığını devam ettirmesini ifade eden süreklilik, Necip Fazıl’ın tarih anlayışı açısından, hadiseleri birbirine bağlayan ve manevî bir eksende cereyan eden yapıları verir. Bu manevî ekseni ifade eden kavram ise “ruh muvazenesi”dir. Neticede Necip Fazıl’ın bütün tarih analizleri, tarihî devirlere hâkim olan kolektif ruh ve karakter biçimlerinin bize tarihi vakalar arasındaki gerçek sebep-sonuç ilişkilerini gösterdiğini savunan idealist bir tarih görüşüne dayanır. Onun tarih anlayışı, hem metafizik bir zemine hem de ahlâkî bir gayeye dayanır. Bu makalede ele alacağımız husus, Necip Fazıl’ın tarih anlayışının yöneldiği, görünür olaylar dizisinin ardında işleyen söz konusu ruhî durumdur. Bu bakımdan Necip Fazıl’ın tarih anlayışı, İslâmî idealizm olarak adlandırılabilecek bir dünya görüşünün tarih alanına uygulanmış biçimi, tasavvufî ontolojiye dayalı bir tarih metafiziğidir.


2.     İslamî İdealizm

Büyük Doğu sisteminde keyfiyet, varlığın asli mahiyetini ifade eder. Metafizik düzlemde keyfiyet, bir varlığın özünü ve hakikatini belirleyen iç ilkedir. Bir varlığın veya olayın diğerlerinden farkını oluşturan, onu belirleyen ve tanımlayan nitelikler bütünü “keyfiyet”tir. Platon’un “idea”sı, Aristoteles’in “formu (eidosu)”, İslâm düşüncesinde “mahiyet” veya “sureti”, hepsi keyfiyetin farklı yorumlarıdır. Var olan her şey, kendi keyfiyetine göre var olur, kendi keyfiyetine göre hareket eder. Kemmiyet, bu mahiyetin tecellî edebilmek için ihtiyaç duyduğu sûretler alanıdır. Burada keyfiyet ve kemmiyet kavramları, hem birbirine zıt hem de birbirini tamamlayan iki yön olarak ele alınmaktadır. Keyfiyet özdür; kemmiyet onun -dışa dönük yönü- suretidir. Bir varlığın biçimi, rengi, ölçüsü, hareketi hep kemmiyet alanına girer. Oluş, ne saf bir keyfiyet soyutlaması ne de sadece kemmiyetler toplamıdır; oluş, keyfiyetin kemmiyet içinde görünmesidir. Felsefî açıdan bakıldığında, bu iki kavram, varlıkta öz–görünüş ayrımının İslâmî bir karşılığıdır ve İBDA’nın ontolojik analizlerinin temelini oluşturur.


İdealist bir bakış açısından, varlığın merkezinde madde değil, ruh bulunur. Ruh, varlığın mânâ taşıyıcısı, yani keyfiyetin kaynağıdır. İnsanda bu ilişki, ahlâkî bir biçim kazanır. Keyfiyet, insanın ruhî yönünü; kemmiyet, fiil ve davranışlarının dışa dönük yönünü temsil eder. İnanılanla yapılan, mânâ ile fiil, iç ile dış arasında kurulan uygunluk “ruhî muvazene” olarak adlandırılır. Ruhî muvazene, keyfiyetin kemmiyet üzerindeki hâkimiyetidir. Ruh (keyfiyet) ile madde (kemmiyet) arasındaki uygunluk, “inanılan” ile “iş ve eser” arasındaki dengeyle sağlanır. Bu denge, ahlâkın kendisidir. Ahlâk, burada dış davranış kalıpları değil, ruhun kendi özüne uygun hareket edebilme kudretidir. Tarih, keyfiyet ile kemmiyet arasındaki bu dengenin sürekli yeniden kurulması sürecidir. Her çağ, belirli bir ruhî keyfiyetin kendi kemmiyet şartlarında görünmesidir. Kemmiyet değiştikçe —ekonomi, teknoloji, toplumsal yapı— ruhun ifadesi de değişmek zorundadır. Muvazeneden muvazeneye geçiş, ruhun yeni biçimlerde kendi özünü gerçekleştirme sürecidir. Eğer ruh, kendi öz mânâsını yeni kemmiyet biçimlerinde tecelli ettirebilirse, medeniyet doğar; edemezse, şekil kalır, mânâ ölür. Özetle, keyfiyet ve kemmiyet, varlığın birbirinden ayrılamayan iki yönüdür. Keyfiyet, özdür; kemmiyet, onun görünüşüdür.


3.     Tarihin Diyalektiği

Necip Fazıl’ın tarih anlayışı, tarihin öznesi olan insanı merkez alır. Onun tarih düşüncesi, yalnızca olayların kronolojik ardışıklığını ifade etmez. İnsanın iki yönlü varlık yapısının, bir başka ifadeyle varoluşun iki kutbunun -mânâ ve madde kutuplarının- zaman sahnesinde tezahürü olarak kurgulanır. İnsan, bu iki kutbun birleştiği varlıktır: Bir yandan ilahî nefha olarak “emr âlemine” bağlıdır, yani aşkın bir yön taşır; diğer yandan ise “halk âlemine” mensup olarak sınırlı, dünyevî ve maddî bir varlık sahasına aittir. Bu iki kutup arasındaki gerilim, insanî varoluşun -ve tarihin- temel dinamiğini oluşturur; tarihin diyalektiğini belirler. İnsanın iç dünyasındaki ruh–nefs gerilimi, tarih sahnesinde mânâ–madde çatışması biçiminde tezahür eder. Tarih, insanın “ruh” ve “nefs” diye iki kutuplu varlık yapısının, “mânâ” ve “madde” biçiminde sahneye çıkışıdır. Bu yüzden o, tarihe “hadiselerin dış tablosu” olarak değil, “ruhun zamandaki macerası” olarak bakar. Dolayısıyla tarih, sadece geçmişin birikimi değil, ruhun maddeye karşı sürekli mücadelesinin hikâyesidir. Yani tarihin motoru, ruhun kendini maddeye hâkim kılma çabasıdır. Tarih, işte bu iki unsurun hem bireyde hem cemiyette birbirine oranına göre şekillenen bir süreçtir; bu iki unsur arasındaki ilişkinin, bir çağdan diğerine değişen muvazene derecesinin ifadesidir.


Burada Necip Fazıl, Bergson’un dinamik ve statik din kategorilerini hatırlatan bir metafizik yapıyı benimser. Bergson’un “statik din” dediği şey, alışkanlık hâline gelmiş inanç biçimleri; “dinamik din” ise yaratıcı aşk ve vecd ile Tanrı’ya yöneliştir. Necip Fazıl’da ruh, bu dinamik alanın karşılığıdır: ilham, iman, aşk ve vecd kaynağı… Madde ise statik alanı temsil eder: şekil, alışkanlık, mekaniklik, taklit. Ruh, tarihin hareket ettirici ve yaratıcı ilkesidir. Dinamik, aşkın ve yön verici bir kuvvettir. O, tarih sahnesine anlam, yön ve istikrar kazandırır. Madde ise tarihin formunu belirleyen, düzenleyici ama kendi başına alındığında statik bir unsurdur; ruhun yönlendirmesiyle değer kazanır. İnsan, bu iki unsurun kesiştiği bir “muvazene alanı”dır: hem yukarıya (mânâya) açık hem aşağıya (maddeye) bağlı bir varlık. Tarih, bu iki alanın karşılaşma ve kaynaşma sürecidir. Ruhun hâkim olduğu dönemlerde insanlık yaratıcıdır; fikir, sanat, iman ve hamle doğar. Madde galip geldiğinde ise şekilcileşme, donma ve taklit başlar. Bu anlamda Ruh Muvazenesi, tarihin öznesi olan insanın kendi içindeki bu metafizik dengeyi hem ferdî hem tarihî düzeyde kurabilme kudretidir. Bir toplumun tarihî sıhhati, bu dengenin korunma derecesiyle ölçülür. Muvazene kaybolduğunda, insan maddeye mahkûm olur; düşünce, şekil ve menfaat düzeyine iner. Muvazene yeniden kurulduğunda, ruh dirilir, tarihe mânâ ve yaratıcı yön kazandırır. Bu yüzden Necip Fazıl’da tarih, ruhî muvazenenin sürekliliği ya da kaybı üzerinden okunur.


Ruh, Necip Fazıl’ın düşüncesinde, tarihe yön veren yaratıcı ilkedir. Tarih, ruhun madde üzerindeki tasarrufu ölçüsünde anlam kazanır. Bu ilke, insanda “iman” ve “aşk” olarak tecelli eder. Tarih, bu ruh ve madde kutuplarının birbirine karşı konumuna göre şekillenir: ruhun madde üzerindeki hâkimiyeti, tarihî yükselişi doğurur; madde, ruhu kuşattığında tarihî çözülme başlar. Her medeniyet, mânânın maddeye nüfuz ettiği ölçüde kurucu ve yaratıcıdır; maddenin merkeze geçtiği ölçüde ise taklitçi ve yıkıcı hâle gelir. Felsefî düzlemde bu, Bergson’un “yaratıcı süre” kavramına yakındır. Bergson’a göre hayat, donmuş biçimlere karşı yaratıcı bir sürekliliktir. Necip Fazıl’da da tarih, mânânın madde içinde donmadan kalma mücadelesidir. Mânâ ve madde arasında kurulan muvazene, tarihî ilerleme veya gerilemenin metafizik ölçüsüdür. Bergson’un “dinamik dinin statikleşmesi” dediği süreç, Necip Fazıl’ın “ruh muvazenesinin bozulması” dediği tarihî hadisedir. Aşk yerini alışkanlığa, sezgi yerini dogmaya, vecd yerini şekle bırakır. Dinin ruhu kaybolur, dış biçimleri kalır. Dolayısıyla tarih, ruhun maddenin direncini aşma çabasıdır; mânâ ise maddeye aksiyon aracılığıyla nüfuz eder. Tarih de bu anlamda, sadece dış olayların zinciri değil, ruhun aksiyonunun sürekliliği veya kesintisi olarak, iradesini maddeye nakşetme süreci olarak okunur.


4.     Aksiyon

Necip Fazıl, varoluşun özünü harekette bulur; fakat bu hareket, kör bir dinamizm değildir. Aksiyon, yönsüz bir hareket değil, imanla temellenmiş iradenin fiile dönüşmesidir. Necip Fazıl’a göre aksiyon, sadece dış dünyada bir eylem değildir; insanın kendine karşı giriştiği varlık mücadelesidir. Çünkü insanın en büyük engeli, yine kendisidir: nefsi, tembelliği, korkusu, alışkanlıkları ve maddeye bağlılığı. Necip Fazıl’ın aksiyon anlayışı, ontolojik olarak “sınırlı varlığın sonsuza yönelme çabası”dır, insanın bu sınırları aşma cehdidir. Bu da İslâm’ın “cihad” kavramının en geniş anlamına denk düşer: insanın önce nefsine, sonra dünyaya karşı verdiği aşkınlık mücadelesi. Aksiyon, bu mücadelenin fiilî adıdır; yani imanla temellenmiş bir “kendini aşma iradesi.” Bu yönüyle aksiyon, hem varoluşun metafizik gayesini hem de tarihin iç dinamiğini birleştirir. Bu bakış açısından milletlerin tarih sahnesindeki rolleri, sahip oldukları aksiyon kudretiyle ölçülür. Aksiyon kudreti yüksek milletler, imanlarını hayata geçirebilmiş, yani mânâyı maddeye hâkim kılabilmiş topluluklardır. Tarihi yapan milletler, yalnızca varlıklarını koruma içgüdüsüyle değil, hakikati gerçekleştirme arzusuyla hareket eden topluluklardır. Buna karşılık, inanç donduğunda, aksiyon körleşir; toplum, içten çözülür, taklit ve atalete düşer. Taklit, şekilcilik, konfor, statiklik, bunların hepsi aksiyonsuzluğun tezahürüdür. Dolayısıyla aksiyon, Necip Fazıl’ın tarih felsefesinde “ruh muvazenesi” kavramının tamamlayıcısıdır. Ruh muvazenesi, inancın iç dengesini kurar; aksiyon ise o dengeyi tarihe uygular. Ruh, mânâyı; aksiyon, o mânânın dünyadaki hareketini temsil eder. Bu çerçevede aksiyon, Necip Fazıl’ın ruh muvazenesi kavramının dışa dönük tezahürüdür.


Bergson’da aksiyon, hayatın yaratıcı hamlesinin (élan vital) bir parçasıdır; akış ve sezgi içinde, varlığın katılaşmış biçimlerine karşı sürekli bir yenilenme cehdidir. Bu düşünce, Necip Fazıl’ın aksiyon kavramıyla akrabalık taşır. Necip Fazıl’da, yine onunla üst üste gelecek biçimde, imanın her an taze kalarak tarihe geçişi, mânânın maddeye sirayeti, ruhun dünyada Allah adına kurduğu düzendir. Bergson’daki “hayatın donmuş biçimlere karşı akışı” Necip Fazıl’da “imanın donmuş şekillere karşı direnişi”ne dönüşür. Tarihi yapan şey de bu anlamda imanla yoğrulmuş insan iradesinin fiil hâline gelmesidir, mânânın maddeye aksiyoner bir biçimde nüfuz etmesidir. Dolayısıyla tarihin yapısı ne saf özgürlük ne de saf belirlenmişliktir, her zaman bir gerilimdir. Tıpkı varoluşçu düşüncede tarihin, insanın kendini gerçekleştirdiği bir sahne olması gibi, Necip Fazıl için de ruhun aksiyon vasıtasıyla maddeyle temas hâlinde kendi hakikatini gerçekleştirdiği bir süreçtir. Misal olarak Marx, insanın kendi özünü maddeye, toplumsal emeğe yansıtarak gerçekleştirmesi, dünyayı dönüştüren yaratıcı eylemi olan devrimci praxis’i maddenin diyalektiğiyle açıklar; Necip Fazıl ise mânânın hâkimiyetiyle. Bu bakımdan tarih, Necip Fazıl için ne tesadüflerin alanıdır ne de mekanik determinizmin bir sonucu. Aksine, tarih, insanın iç dünyasındaki ruh–nefs geriliminin cemiyet ölçeğindeki görünümüdür. Ruhun hâkim olduğu çağlar, iman, sanat, ilim ve adaletin bir arada ahenkle işlediği dönemlerdir. Nefs yani madde öne geçtiğinde, güç ve menfaat merkezli, dıştan canlı fakat içten ölü medeniyetler doğar.


Ancak Necip Fazıl, tarihî akışı karamsar bir determinizmle kapatmaz. İnsanlık tarihi, “ruhun hâkimiyet devri” ile “maddenin tahakküm devri” arasında salınan bir diyalektik süreçtir. Antik Yunan, Roma, İslâm ve Osmanlı, her biri, kendi çağında insanın ruh–madde dengesini kurma teşebbüsleridir. Her biri yüksek veya alçak birer muvazene devridir; her biri çözülürken aynı yasayı doğrular. Ruhi muvazenenin bozulmasına bir misal, Batı Avrupa’da yaşanan Sanayi Devrimi’nin, Rönesans ve reformasyon süreçlerinde yakalanan muvazeneyi alt üst edişidir. Bu durum, 1. ve 2. Dünya Savaşları’nı doğuracak bir krize yol açmıştır. Necip Fazıl, modern çağı bu açıdan “muvazenesizlik dönemi” olarak nitelendirir. Bilim, teknik ve ekonomik kudret artmış; fakat merkez, yani ruh kaybolmuştur. Modern medeniyet, dıştan hareketli, içten donuk bir organizmadır. Biçim vardır ama mânâ yoktur; hareket vardır ama yön yoktur. Teknoloji büyür, fakat ruh küçülür.


5.     Sonuç

Necip Fazıl’ın tarih anlayışı, “insan” anlayışıyla, o ise İslâm’ın “halife” kavramı etrafında şekillenmiştir: İnsan, dünyada Allah’ın emanetini taşıyan, Allah adına yeryüzüne hükmetmekle sorumlu varlıktır. Bu yüzden tarih, halifeliğin hakkının verildiği veya çiğnendiği dönemlerin toplamıdır ve insanın bu emanet bilincine sadık kalıp kalmamasının muhasebesidir. Tarih, bu görevin kesintiler içinde hep yeniden başlamasının, ruhun maddeye galebe çalmak için her defasında yeniden kalkışının tarihidir: peygamberlerle, müceddidlerle, iman hamleleriyle. Bu yüzden İslâmî zaman anlayışı “dairevî”dir: İnsanlık, başlangıçta aldığı mânâyı yeniden bulma çabası içindedir. Her devrin değeri, bu görevin ne derece yerine getirildiğiyle ölçülür. Tarih böylece bir “emanetin korunması” veya “emanetin ihlali” çizgisi üzerinde ilerler. Dolayısıyla tarih, insanın düşüp kalkma hikâyesidir: Nefsine mağlup olup unuttuğu hakikati her defasında yeniden hatırlayışı ve ruhun kendi aslına dönüş seferidir. Necip Fazıl’ın zaman tasavvuru burada çizgisel değil, spiraldir. Tarih, düz bir ilerleme çizgisi değil; mânânın maddeye karşı her defasında yeniden hâkimiyet kurmak üzere geri dönerek ileri gittiği bir harekettir.


Sonuç olarak ruh muvazenesi kavramı, Necip Fazıl’ın tarih anlayışında temel bir ilkedir. Ontolojik olarak, insanı iki kutuplu varlık biçimiyle tanımlar: ruh ve madde. Teleolojik olarak, tarihin yönünü belirler: ruhun madde üzerindeki hâkimiyetinin yeniden kurulması. Tarih, bu iki düzeyde aynı yasaya bağlıdır: mânâ–madde muvazenesinin korunma derecesi. Medeniyetler bu muvazeneyi taşıdıkları ölçüde canlı, kaybettikleri ölçüde ölüdür. Dolayısıyla Necip Fazıl’da tarih, tesadüfî değil, metafizik bir düzenin zamandaki görünüşüdür. Her tarihî çağ, insanın bu dengeyi ne ölçüde yaşadığına göre anlam kazanır.

 

 

"Eski usullerle İslam’ın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî imanı kalmadı.

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol sonsuz sayıdadır.

Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro; sonsuz…

Bunlar arasından bir yol bulup o yolun dervişi olmaya bakın!"​​

Salih Mirzabeyoğlu

bottom of page