Tarih Metafiziği (2): Herder
- Reha Kansu

- 3 Kas
- 7 dakikada okunur

1. Herder Kimdir?
18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa düşüncesi, bir yandan Aydınlanma aklının, öte yandan romantizmin eşiğindeydi. Newton’un doğa bilimiyle Kant’ın saf aklı, evreni matematiksel bir düzene indirgerken, Voltaire’in ilerleme inancı tarihe düz bir çizgi içinde anlam yüklüyordu. Ancak bu soyut akılcılığın karşısında, insanın duygularını, kültürünü, dilini ve tarihî derinliğini savunan bir damar belirdi: Herder, bu damarının kurucu ismidir.
Herder, Prusya’nın doğusunda, Königsberg’de doğmuş; öğrenciliği sırasında Kant’tan ders almış, ama Kant’ın akılcılığını “soğuk” bulmuştur. O, Descartes’tan Newton’a uzanan rasyonalist geleneğin matematiksel dünyasına karşı, yaşayan insanın, tarih içinde gelişen ruhunun anlamını aramıştır. Gençliğinde Rousseau’dan etkilenmiştir: Rousseau’nun “doğal insan” fikrini, toplumun değil, tarihin içine yerleştirmiştir.
2. Mekaniğe Karşı Organizma
Tarih, insanın kendi varlığını anlamaya çalıştığı en geniş aynadır. Bu aynada kimi yalnızca olaylar zincirini görür, kimi de bu zinciri birbirine bağlayan ruhu sezmek ister. Johann Gottfried Herder (1744–1803), bu ikinci bakışın en kuvvetli temsilcilerinden biridir. Onun tarih görüşü, Aydınlanma’nın soyut akılcılığını aşarak insanlığın gelişimini bir “canlı bütün” olarak kavrar. Herder, Vico’nun açtığı hattı takip eder, ama onu yalnızca aklın değil, ruhun ve dilin tarihine çevirir. Ona göre insanlık, Tanrı’nın bir planı değil, insan ruhunun eğitim sürecidir. İlk kez, bütün tarih “insan olma” idealine, yani Hümanite kavramına bağlanır. Bu, modern hümanizmin tarihî temeli, aynı zamanda dinî tarihin yerine geçen seküler teleolojidir.
Herder’e göre tarih, mekanik bir ilerleme çizgisi değil, ilahî bir hikmetin rehberliğinde, kültürlerin kendi iç kanunlarıyla olgunlaşma sürecidir. Herder, Aydınlanma’nın çizgisel ilerleme fikrini reddeder. Ona göre tarih, sürekli bir yükseliş değil, iniş ve çıkışlarla örülü bir olgunlaşma sürecidir. Hiçbir dönem, insanlığın mutlak zirvesi değildir. Antik Yunan da, Ortaçağ da, modern çağ da insanlık ağacının farklı dallarıdır. Her biri kendi zamanında anlamlı, kendi koşullarında değerlidir. Bu anlayış, tarihsel göreceliğin ilk güçlü felsefî ifadesidir. Herder’in bu yaklaşımı, daha sonra tarihselciliğin (Historismus) temelini oluşturmuştur. Tarihi anlamak, onu kendi çağının ruhu içinde kavramaktır; geçmişi bugünün ölçüleriyle yargılamak, tarihin özüne ihanettir.
Herder’in tarih anlayışında merkezde “organik büyüme” fikri vardır. O, tarihi birbirine eklemlenmiş olayların toplamı olarak değil, içten içe gelişen bir canlılık olarak düşünür. Tarihin “saate kurulu ilerleme” olmadığını, canlı bir beden gibi büyüyen ve çözülen bir bütün olduğunu savunur. Doğa ile tarih arasındaki sınırı kaldırır; çünkü insanoğlu, doğanın şuurlu bir devamıdır. Tabiatın canlılığı tarihte kendini bilinç haline getirir. Bu nedenle tarih, doğanın kendi bilincine varma biçimidir. Doğada olduğu gibi insanlık tarihinde de her şey bir iç ilkeye, bir “hayat kudretine” bağlı olarak gelişir. Olayları iten dış kuvvetlerden çok, içeriden işleyen bir hayat ilkesi vardır. Bu yüzden tarih; doğum, serpilme, olgunlaşma ve sönme ritimleriyle anlaşılır.
Dolayısıyla tarih düz bir çizgi üzerinde ilerleyen bir “ilerleme hikâyesi” değil; doğan, serpilen, olgunlaşan ve ölen medeniyetlerin organik ritmidir. Her kültür, tıpkı bir organizma gibi, kendi iç yasalarıyla büyür. Her çağ, bir öncekinden doğar, kendi şartları içinde büyür ve olgunluğunu tamamladığında yerini yenisine bırakır. Her çağ, kendi iç yasasına göre “hak” sahibidir; sırf kronoloji gereği “geri” ya da “ileri” diye damgalanamaz. Ölçü, iç olgunluk ve kendi amacına uygunluk derecesidir. Tarih, böylece Tanrı’nın takdir ettiği bir olgunlaşma sürecidir.
“İnsanlık, Tanrı’nın dünyadaki maksadıdır.”
Bu cümle, Hristiyan teolojisinin “Tanrı’nın tarih planı” fikrinin yerine, insanlığın kendi tarihî gelişimini koyar. Hümanite, İslâmî “emanet” kavramının seküler bir yankısı gibidir: İnsana yüklenen ilâhî cevher burada artık sorumluluk değil, potansiyeldir. Bu yaklaşım, daha sonra Hegel’in diyalektik tarih felsefesine giden yolu hazırlamıştır.
3. Hümanite
Herder’in tarih felsefesinin merkezinde Humanität (insanlık, insanîyet) kavramı bulunur. Ancak bu kavram, Aydınlanma’daki soyut “insan doğası” fikrinden farklıdır. Herder, çağının hâkim düşüncesi olan Aydınlanma’ya temelden itiraz eder. Aydınlanma insanı, “evrensel akıl” adına tarihin tek bir ölçüyle değerlendirilebileceğine inanıyordu. Oysa Herder’e göre akıl, tarihin tek motoru değildir; tarih akıldan çok ruh tarafından biçimlendirilir. Her kültürün ruhu, kendi varlık şartlarından doğar; bir toplumun değerlerini, sanatını, dinini, hatta dilini belirleyen bu ruh, başka hiçbir ölçüye indirgenemez. Herder’e göre insanlık, her çağda ve her toplumda farklı biçimlerde tecelli eden bir potansiyeldir. Bu nedenle Herder, insanlık tarihini “aklın tek bir ilerleme hattı” olarak değil, “ruhların çok sesli korosu” olarak görür. Dolayısıyla “insanlık”, tek bir model değil, çeşitliliğin birliğidir. Tarihin anlamı, bu insanî potansiyelin farklı kültürlerde, farklı zamanlarda açığa çıkışını kavrayabilmektir.
Herder’in tarih anlayışının en çarpıcı yanı, tarihî göreliliği keşfetmesidir. Ona göre tarih tek bir çizgide ilerlemez; her toplum, her çağ kendi içinde bir bütünlük, kendi “dünyası”dır. Bu yüzden hiçbir kültür bir diğerinin ölçüsü olamaz. “Her halk, Tanrı’nın planında kendi yerinde mükemmeldir.” İnsanlık bir öz olarak tek, tecelli olarak çoğuldur. Başka deyişle, “aynı ruh” farklı coğrafyalarda, farklı iklimlerde, farklı dillerde başka şekiller alır. Tarihin anlamı, bu çoğul tecellileri kendi ölçüleri içinde işitmekte yatar. Evrensel olan, tek örnek dayatan bir kalıp değil; farklılıkların birlikte kurduğu bir ahenktir. Bir kavim veya bir dönem, insanlığın tamamını temsil etmez; her biri o büyük bütünde bir parça, bir ses, bir tecellidir. Bu yüzden Herder’in tarih anlayışı, aynı anda hem evrenselci hem çoğulcudur: Her toplum kendi içinde değerlidir, ama hiçbir toplum tek başına insanlığın bütünü değildir. Tarih, insanî özün farklı suretlerde açılmasıdır. Bu bakımdan Herder, tarihte relativizmle evrenselliği birleştiren bir düşünürdür: Her toplum kendi içinde değerlidir, ancak hepsi aynı insanî özün farklı biçimleridir. İnsanlık tarihi, bu özün gelişim hikâyesidir.
Herder, insanın tarihî varlık olduğunu, yani kültürle şekillendiğini savunur. Her millet, kendi “ruhu” (Volksgeist) ile var olur. Dil, gelenek, sanat, din ve ahlâk bu ruhun dışavurumlarıdır. Herder, tarihin öznesi olarak bireyden çok milleti görür. Çünkü birey geçicidir, fakat millet bir ruh devamlılığıdır. Bu nedenle tarihin öznesi tekil birey değil, milletlerin ruhudur. Milletlerin ruhu, en saf biçimde dillerinde yaşar. Dil, bir halkın dünyayı algılayış biçimidir; kelimeler, o halkın ruhî tecrübelerinin damıtılmış şeklidir. Her millet, Tanrı’nın yaratma düzeninde ayrı bir sese sahiptir; tarih bu seslerin senfonisidir. Herder için dil, insan ruhunun ve tarihinin aynasıdır. Dil olmadan ne düşünce ne tarih mümkündür. Dil, bir toplumun dünyayı algılayış biçimini belirler; dolayısıyla tarihî tecrübeler de dilin sembolik yapısında taşınır. Bu yüzden Herder, dili insanın “yaratıcı gücü” olarak görür. Tarihî bilincin temeli, şiir ve mitolojide yatar; çünkü bunlar insan ruhunun ilk ifade biçimleridir.
4. İnsan Görüşü
Herder, Rousseau’nun “doğal iyilik” fikrinden ilham alır; fakat onun “medeniyet eleştirisini” başka bir yöne taşır. Rousseau, insanın doğadan uzaklaştıkça yozlaştığını söylerken, Herder, tam tersine insanın doğadan tarihsel olana geçişinde olgunlaştığını savunur. Herder’e göre insan doğuştan eksiktir, ama bu eksiklik onun üstünlüğüdür. Hayvan içgüdüyle tamamlanmıştır; insan ise eksikliği sayesinde öğrenmeye, üretmeye ve kültür kurmaya mecburdur. Bu zorunluluk, onu tarihî bir varlık yapar. Dolayısıyla tarih, insanın düşüşü değil, eğitimidir.
Herder’in insan anlayışında “potansiyellik” kavramı merkezîdir. İnsan doğuştan tamamlanmış bir varlık değildir; “olma süreci içinde olan bir varlık”tır. Bu yönüyle Herder, insanı kendi kendini eğiten bir varlık olarak tanımlar. Hayvan, içgüdüsünün sınırları içinde mükemmeldir; insan ise eksik doğar, ama bu eksiklik onun en büyük imkânıdır. Çünkü insan, eksikliği sayesinde öğrenir, üretir, kültür kurar. Eğitim (Bildung) ve tarih, insanın bu potansiyelini açığa çıkarma sürecidir. Herder’in insan anlayışında dil, insanı bütün yaratılmışlardan ayıran temel özelliktir. Hayvan ses çıkarır, ama anlam kuramaz; insan ise anlamı sese dönüştürür. Dil, insanın hem düşünce hem de tarih kapasitesinin temelidir. İnsan diliyle doğayı adlandırır, dünyayı anlamlandırır ve böylece kendi bilincini kurar.
Herder’e göre insan, doğada yaşayan bir canlı olmaktan çok, tarihte var olan bir ruhtur. Tarih, insanın kendini bulduğu mekândır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran şey, “kültür kurma” kudretidir. Kültür, insanın doğaya verdiği ikinci biçimdir. Bu biçim, dille, sanatla, dinle, hukukla, ahlâkla, gelenekle görünür hâle gelir. Dolayısıyla insan, kendi doğasını kültür aracılığıyla tamamlar. Herder burada bir denge kurar: kültür, doğayı reddetmez; onu içererek aşar. İnsan, tabiatın içindeki gizli anlamı açığa çıkaran bir sanatçıdır. Bu anlamda tarih, doğanın kendi potansiyelini insan eliyle gerçekleştirme sürecidir. Herder, insanın bu olgunlaşma sürecini Tanrı’nın planına bağlar. Tanrı, insana “özgürlük” ve “yönelme” kabiliyeti vermiştir. İnsan, bu kabiliyeti doğru kullanırsa kemale erer; yanlış kullanırsa yozlaşır. Dolayısıyla insan, hem Tanrı’nın eseri hem de kendi kendisinin mimarıdır.
Tanrı, insana yalnızca varlık değil, ahlâkî özgürlük de vermiştir. Bu özgürlük, sorumluluk demektir. İnsan, yaratılış itibarıyla iyiliğe yatkındır; kötülük, onun eksik doğasından değil, yanlış yönelişlerinden doğar. Tarih boyunca insanlığın görevi, bu özgürlüğü hikmetle kullanmak, kendi iç potansiyelini Tanrı’nın iradesiyle uyum içinde gerçekleştirmektir. Bu nedenle Herder’in insan anlayışı, derin bir iman antropolojisidir. İnsan, Tanrı’nın suretini taşır, ama bu sureti tamamlamak için yaşar. Hayat, insanın ruhunu eğiten bir yolculuktur. Her çağ, her toplum, bu büyük terbiye zincirinin bir halkasıdır.
Hümanite, insanın kendi özünü -yani duyarlılığını, merhametini, güzellik duygusunu- zaman içinde olgunlaştırmasıdır. Herder’e göre insan, doğuştan tam değildir. O, bir “oluş varlığı”dır; kendini zaman içinde eğitir. Tarih, işte bu eğitim sürecinin sahnesidir. Her toplum, her çağ, bu insanlık idealinin bir merhalesidir. Bazısı çocukluk, bazısı gençlik, bazısı olgunluk gibidir. Hümanite, bir hedef değil, bir seyrdir. Herder, insanlığın bir noktada duracağını düşünmez; her zaman yeni bir öğreniş, yeni bir derinleşme mümkündür. İlerleme, teknik değil, ruhî bir ilerlemedir. Bu yüzden tarih, insanlığın “kendi ruhunu terbiye etmesi”dir. “Tarih, insanın Tanrı’nın suretinde olgunlaşma çabasıdır.”
Kısacası Herder, insanı hem doğanın hem tarihin hem Tanrı’nın aynası olarak görür. İnsan, yaratılmışların en güçsüzü değil, anlam kurabilme yetisiyle en zengini; tabiata en bağlısı değil, onun bilincine varabileni; tarih boyunca hatalar yapan ama bu hatalardan öğrenen bir ruh varlığıdır.
5. Sonuç
Herder, Yunan’ı merkeze alan Batı klasikçiliğini reddetmiştir; Afrika, Asya, Amerika kültürlerinin de kendi içinde haklı birer ruh taşıdığını savunur. Ona göre tarih, insanlığın “çeşitlilik içindeki birliği”dir. Bu çeşitlilik, Vico’nun “tarihin döngüsü” fikrinin yerini alan organik gelişme düşüncesidir. Vico’da tarih bir yasaya tabidir; Herder’de her kültür yaşayan bir organizmadır. Her biri doğar, olgunlaşır, ölür; ama insanlığın genel olgunlaşmasına katkıda bulunur. Bu noktada Herder, tarihselciliğin babası olur.
Herder, insanı yalnız akıl varlığı olarak değil, duygu ve dil varlığı olarak tanımlar. İnsanı insan yapan şey, rasyonel düşünceden çok dil aracılığıyla hissetme ve anlam kurma yeteneğidir. Dil, insanın tarihî hafızasıdır; her kelime, geçmiş bir yaşantının izidir. Dolayısıyla tarih, aynı zamanda dilin tarihidir. Diller, milletlerin ruhudur; her dil, bir halkın dünyayı kavrayış biçimidir. Bir dili anlamak, o halkın tarihini, karakterini, Tanrı tasavvurunu anlamaktır. Bu yüzden Herder, tarihte evrensel akıl değil, evrensel duygudaşlık arar. Aklın soyut düzeni yerine, dilin canlı bütünlüğünü koyar. Bu görüş, 19. yüzyılın bütün “kültür bilimi” düşüncesini doğurur: Dilthey, Humboldt, Gadamer, Spengler hep bu mirastan beslenmiştir. Herder’in “anlama” fikri, modern hermenötiğin çekirdeğidir.
Herder için tarih, mekanik bir zincir değil, organik bir büyümedir. Nasıl ki bir ağaç kökten gövdeye, oradan dallara uzar, insanlık da aynı kökten, farklı dallar hâlinde büyür. Bu nedenle Herder, tarih için bir “ilerleme çizgisi” değil, “yaşayan bir bütün” tasavvur eder. Her kültür, bu bütünün bir parçasıdır. Hiçbir millet, bir diğerinin öğretmeni değildir; her biri insanlığın aynı şarkısının farklı bir makamıdır. Bu yaklaşım, evrenselcilikle göreliliği uzlaştırır: Tüm insanlar aynı insanlık ağacına bağlıdır, ama her dal kendi biçiminde yeşerir.
Herder için hiçbir şey tamamen ölmez. Bir medeniyet yıkılsa da, ruhunun bir parçası insanlığın ortak bilincinde yaşamaya devam eder. Eski Yunan’ın güzellik duygusu, Çin’in uyum anlayışı, İslam’ın tevhid bilinci, Hristiyanlığın sevgi vurgusu, bunların hepsi insanlık ağacının damarlarında akar. Tarih bu anlamda bir mezarlık değil, bir canlı hafızadır. Her çağ, kendinden öncekileri içerir, dönüştürür. Bu “içererek aşma” hareketi, Herder’de sistem değil, yaşayan bir iç içeliktir.
Herder’in düşünceleri, Hegel’in sisteminde “Ruh’un kendi bilincine varması” fikrine doğrudan kaynaklık eder. Hegel, Herder’in “insanlığın eğitimi” fikrini evrenselleştirir ve diyalektik biçime sokar: Tarih, Ruh’un kendi kendini tanımasıdır. Herder’in “Hümanite”si, Hegel’de “Geist” olur. Marx, bu hattı maddeleştirir; Comte, bilimsel ilerlemeye dönüştürür. Yani Herder, Batı’nın bütün modern tarih teleolojisinin duygusal ve etik temelini atmıştır. O, Vico’nun aklını kalple, aklın sertliğini duyguyla birleştirmiştir. Fakat bu “insanlık dini”, zamanla Allah’sız bir hümanizme dönüşecektir.
_edited.jpg)


