top of page

Hegel'in Sistemi (1)

hegel

HEGEL’İN SİSTEMİ

Hegel sistem kurucu bir filozoftur ve tüm Alman idealistleri gibi, Hegel’in de başlıca tutumu bir sisteme varmak olmuştur. Alman idealizminin tüm temsilcilerinde -Kant, Fichte, Schelling- bu sistem tutkusu görülür. Fakat Hegel’de sistem, yalnızca düşüncelerin düzenlenmesi değil, hakikatin kendisini ifade eden biçim haline gelir. Çünkü hakikat, Hegel’e göre, “parça parça doğruların toplamı” değil, ancak bütünün ilişkileri içinde kavranabilecek bir organik yapıdır. “Sistem düşüncesi”nden kasıt, “daima ayrımları birleştirme, karşıtları uzlaştırma, birleme, bütünleme arayışı”dır. Bu, Hegel’in diyalektik mantığının özüdür. Gerçeklik, Hegel’e göre, durağan değil; karşıtlıkların iç içe geçtiği bir süreçtir. Her varlık, kendi zıddını içinde taşır ve gelişimi, bu zıddı aşarak kendini yeniden kurmasında yatar. Dolayısıyla Hegel’in sisteminde her kavram, kendi karşıtıyla birlikte düşünülür. Varlık–Hiçlik–Oluş üçlüsü, bu diyalektik hareketin ilk örneğidir. Hegel’in “birleme” ya da “bütünleme” arayışı, çelişkileri ortadan kaldırmak değil, onları içererek aşmak (Aufhebung) suretiyle bir üst düzlemde birliğe kavuşturmaktır. Bu yüzden Hegel’de hakikat, çelişkisizlik değil, çelişkinin üretkenliğidir. Düşünce, kendini yalnızca zıddına uğrayarak derinleştirir. Sonuçta Hegel’in hedefi, “her şeyi içine alan bir büyük sentez”dir. Bu, yalnızca mantıkî bir bütünlük değil, varlığın, tabiatın, tarihin ve bilincin tüm aşamalarını kapsayan bir mutlak sistemdir. Hegel’in sistemi bu yüzden hem ontolojik hem epistemolojik bir bütünlüktür: var olan her şey, bilinebilen her şeyle özdeştir. Hakikat, “düşüncenin ve varlığın özdeşliği”dir.


Hegel’in düşünce sisteminin temelini şöyle özetleyebiliriz: İki ana faktör vardır: ilki bir nesnenin içinde bulunan gelişim potansiyeli, ikincisi de bunların kendini dışavurdukları diyalektik süreçtir. “Nesnenin içinde bulunan gelişim potansiyeli”, Hegel’in terminolojisinde “immanent possibility” (imkân) ya da daha özlü biçimde “kendinde” (an sich) anlamına gelir. Her varlık, Hegel’e göre, kendinde taşıdığı bir imkân, bir potansiyel içerir; fakat bu potansiyel yalnızca bir imkân olarak kaldığı sürece, hakikat değildir. Hakikat, potansiyelin gerçekleşmesi, yani varlığın kendi-için (für sich) hale gelmesidir. Bu nedenle Hegel felsefesinde varlık, statik bir “olan” değil, kendi imkânını gerçekleştiren bir süreçtir. Varlık, içinde bir gerilim taşır: olduğu şey ile olabileceği şey arasındaki fark. Diyalektik tam da bu gerilimin mantığıdır; varlığın kendi potansiyelini açığa çıkarmasının zorunlu yolu. Hegel burada oluşun mantığını tanımlar. Her varlık, kendi potansiyelini dışa vururken, hem kendi özünü ifade eder hem de bu süreçte kendini aşar. Diyalektik, basit bir çelişki oyunu değil, karşıtların içererek aşılmasıdır (Aufhebung). Bu süreçte her şey, hem var olur hem yok olur, hem korunur hem de aşılır. Örneğin bir tohum, kendi potansiyelini bitkide dışavurur; ama bu dışavurum, tohumun yok olmasıyla gerçekleşir. Hegel’e göre düşünce de böyledir: Hakikat, ancak düşüncenin kendi karşıtlarından geçmesiyle, onları içererek aşmasıyla doğar.


Diyalektik süreç, tekamül potansiyelinin aktif şekilde dışavurumuyla, açığa çıkmasıyla gerçekleşir, dedik. Bu, Hegel’in sisteminde mutlakın kendi kendini gerçekleştirmesi demektir. Hegel’e göre hiçbir şey dışarıdan biçimlendirilmez; her varlık, kendi özünü içinden dışa doğru açar. Bu yüzden Hegel’in düşüncesi, hem içkinci (immanent) hem de teleolojik (gayeci) bir yapıya sahiptir: her şey kendi içinde taşıdığı gayeye doğru yönelir. Bu şu anlama gelir: Her varlık, kendi içindeki hakikati, zaman içinde, çelişkilerini aşarak ortaya koyar. Hegel’in bu potansiyel bağlamındaki çıkış noktası düşüncenin kendisidir, yani akıl. Bu aklın, Platon’un “İdealar Alemi”ne veya daha doğrusu Aristo’nun “saf form”una, yani “kendi kendisini düşünen düşünce” olarak tanımladığı “Tanrı”sına karşılık gelen bir tarafı vardır. Buna “idea” der. Bu, varlığın özünün rasyonel bilgisidir; mücerret ve tümel kavramları içerir. Bu kavramlar da kendini diyalektik olarak gerçekleştirir — hem düşüncede hem varlıkta. Aklın gelişimi, kendi karşıtlarını üretmesi ve onları aşarak kendi bütünlüğüne varmasıdır. Bu noktada Hegel, Kant’ın “aklın sınırları” fikrini aşar ve aklın kendi iç hareketini sınırsız bir gelişim olarak yorumlar. Bu bakımdan Hegel, aklı sabit bir yeti değil, kendi kendini açan bir süreç olarak yorumlar. İnsan bilinci, doğrudan bilgiye ulaşmaz; kendi çelişkilerini yaşayarak, kendi sınırlılığını fark ederek olgunlaşır. Diyalektik süreç, bilincin kendi kendini tanıma yolculuğudur. Bilinç, kendi sınırlı görünümlerini aşarak, sonunda kendi hakikatini -yani Mutlak’ı- idrak eder.


Hegel’de diyalektik, yalnızca bir düşünme yöntemi değil, aynı zamanda varlığın kendisinin işleyiş tarzıdır. Hegel’e göre düşünce de, varlık da aynı ilkeye göre gelişir: her ikisi de kendi içlerinde taşıdıkları karşıtlıklar aracılığıyla ilerler, olgunlaşır ve bütünleşir. Diyalektik, bu karşıtlıkların çatışmasından doğan, fakat onları yok etmeyip daha yüksek bir düzlemde içererek aşan (Aufhebung) bir harekettir. Her uzlaşma, kendi içinde yeni bir çelişkiyi taşır; çünkü her birlik, yeni bir farklılığın doğuşunu zorunlu kılar. Hareket diyalektik olarak, düşünce varlığı bütün olarak kavrayana kadar, varlık kendi şuuruna tam varmış olarak mutlak hürriyetine ulaşana kadar sürüp gider. Bu yüzden diyalektik, bitmeyen bir oluş sürecidir ve hem düşünmenin hem de varlığın geçirdiği gelişmenin metodudur. Bu metod bize gelişmenin safhalarını verir. Hegel’e göre kavramlar, kendi içlerinde taşıdıkları çelişki ve gerilim aracılığıyla diyalektik biçimde kendilerini gerçekleştirirler. Her kavram, görünüşte durağan bir anlam taşır gibi dursa da, kendi içinde karşıtını doğurur ve bu karşıtlık, yeni bir kavrama geçişin zorunlu hareketini meydana getirir.


Mesela Hegel’in Mantık Bilimi’nde belirttiği gibi, “varlık” kavramı düşünüldüğünde, bu kavramın belirlenmemişliği onu hemen “yokluk” kavramına dönüştürür; çünkü tamamen belirlenimsiz bir varlık, hiçbir şeyden farklı değildir. Bu iki karşıt kavramın çelişmesinden ise “oluş” doğar -yani varlığın yoklukla, yokluğun varlıkla iç içe geçtiği dinamik bir hareket. Bu örnek, Hegel’de düşüncenin nasıl kendi kendisini, iç zorunluluğu uyarınca ürettiğini gösterir. Dolayısıyla her kavram, içinde taşıdığı çelişkiyi aşmaya çalışırken, bir üst kavrama doğru ilerler; o da kendi içinde yeni bir karşıtlık üretir. Bu zincirleme ilerleyiş, bütün kavramların birbiriyle iç bağıntılı olduğu organik bir sistem meydana getirir. Soru hâlâ geçerlidir: “Nereye kadar?” Hegel’e göre bu süreç, bütün varlığı bir kavramlar sistemi içinde derleyip toplayana kadar, yani düşünce, varlığı kendi içinde tam olarak kavrayana kadar sürer. Bu, Mutlak Fikrin gerçekleşmesidir: düşünce ile varlığın özdeş hale geldiği, bilginin artık kendini bilginin konusu olarak kavradığı doruk.


Varlık da tıpkı düşünce gibi diyalektik biçimde gelişir; çünkü her ikisinin kökü aynıdır. Bu gelişmenin özü, Hegel’in “ilke” (Prinzip) adını verdiği şeyde yatar. Hegel bu ilkeye, bağlama göre “idea”, “akıl”, “kelam” veya “tin” (Geist) der; bütün bu adlandırmalar aynı hakikatin farklı vurgularıdır. Bu ilke, kâinatın içinde işleyen, ama kâinatın da ondan doğduğu manevî bir özdür. Hegel için evren, kör bir madde yığını değil, bu manevî ilkenin, yani Ruh’un kendini açtığı bir süreçtir. Bu ilke, kendi kendini açarak, kendi potansiyelini gerçekleştirerek, sonunda kendi tamlığına ulaşmayı hedefler. Hegel’in sisteminde bu hedef, “kendi kendini bilme”dir. Ruh, doğa içinde yabancılaşır, tarihte kendini arar, sanatta, dinde ve felsefede kendi suretini tanır. Nihayet, kendi hakikatinin bilincine ulaştığında hürleşmiş olur — çünkü özgürlük, kendini bilip kendi özüne tabi olmaktır. Sonuçta Hegel’in sistemi bir tekâmül sürecidir: varlık, kendi içinde taşıdığı manevî ilke doğrultusunda, kendi potansiyelini gerçekleştirerek olgunlaşır. Gelişme, dışarıdan zorlanan bir ilerleme değil, Ruh’un kendi iç hareketinin açılımıdır. Böylece bütün kâinat, düşünce ile varlığın, akıl ile gerçekliğin birbirini tamamladığı, kendinde ve kendi-için bir bütün olarak görünür hale gelir.


HEGEL’İN DİYALEKTİĞİ

İde, tekamül süreci içinde üç safhadan geçer. Tabii bu üç basamağın da her birinde birçok üçlü hareket vardır; bir basamağı tamamlayıp bir üst basamağa yükselirler. İde önce “kendi içinde”, yani “kendinde”dir ve “mümkün” veya “imkânlar” halindedir. Yani açığa çıkmamış bir potansiyel. Bu ilk safhada İde, henüz yalnızca düşüncede mevcuttur -saf aklın, saf kavramın düzleminde. Hegel bu aşamayı “Mantık Âlemi” olarak adlandırır. Hegel’in deyimiyle bu, “imkânın hâkim olduğu alan”dır; yani varlık, henüz kendi içeriğini dışa vurmamış, kendi içinde saklı bir özdür. Bu durumda İde, tıpkı tohumun ağacı içinde taşıması gibi, bütün oluş imkânlarını içinde barındırır. Ama gayesi olan “kendini bilmesi” için de gerçekleşmesi gerekir.


İde’nin ikinci safhası, “kendi-dışında” (an sich außer sich) hale gelmesidir; bu, İde’nin tabiat olarak görünmesidir. Hegel’e göre tabiat, İde’nin kendini gerçekleştirme çabasının ilk dışa vurumudur. Fakat artık İde, kendi özünden ayrılmıştır: artık saf düşünce değildir, maddeleşmiştir, “kendi kendisinde” değildir; kendisinden başka bir şey olmuş, özüne aykırı düşmüş, yani kendisine “yabancılaşmıştır”. Kendi özüyle çelişkili bir hâle gelmiştir. Hegel, tabiatı “İde’nin ölü bedeni” olarak betimler çünkü burada ruh, henüz kendi bilincine varmamıştır. Fakat tabiat, bu yabancılaşma içinde bile, İde’nin kendi özüne dönme arzusunu taşır. Tabiattaki düzen, biçim, canlılık, hep bu içkin aklın işaretleridir. İde, tabiatta kendini yitirirken, aynı zamanda kendini yeniden bulmaya doğru yönelir. Burada da üçüncü ve yeni bir safha başlar.


Üçüncü safha, Ruhun doğuşudur — yani İde’nin kendi yabancılaşmasından geçerek yeniden kendi-için hale gelmesidir. Bu, tabiatın içinden geçip onu aşan bir yükseliş hareketidir. Ruh, doğanın içindeki bilinçsizlikten çıkar; önce canlılıkta, sonra bilinçte, nihayet kendilik bilincinde (Selbstbewusstsein) görünür hale gelir. Adeta ruh, tabiatın adeta içinden geçerek onu yükseltir, olgunlaştırır, yani orada yeniden kendini bulur. Tabiatta yükselttiği ve giderek daha yüksek bir seviyede kendi olacağı bu yeni basamak, tarihtir. Ruh, artık doğanın zorunluluklarına tabi değildir; kendi özgürlüğünü gerçekleştirir. Hegel’in ifadesiyle, “Ruh, tabiatın içinden geçerek onu kendi hizmetine alır.” Bu süreçte tabiat, Ruh’un aracına dönüşür; tarih ise bu dönüşümün sahnesidir. Tarih, Ruh’un hürriyetine doğru yürüyüşüdür; yani tabiatın zorunluluklarını aşıp hürleşmeye doğru. İnsan, tabiatın kör zorunluluklarını aşarak, kendi aklını, iradesini, değerlerini kurar. Her çağ, Ruh’un kendi özünü biraz daha bilmesi, kendi içindeki potansiyeli biraz daha açığa çıkarmasıdır. Kısacası, İde’nin yolculuğu, “kendinde” olandan “kendi-için” olana doğru bir olgunlaşmadır. Bu olgunlaşma, insanın doğayı aşarak kendi bilincine yükselmesi, düşüncenin varlığı bütünüyle kavraması, hakikatin kendisini bilmesiyle tamamlanır.


SONUÇ

Şimdi toparlayarak baştan alalım. Başlangıçta potansiyel hâlde, öncesiz ve sonrasız bir alan vardır: ne meydana gelmiş ne de yok olacak; kendi kendine yeter, değişmez, daimî bir alan. Hegel buna “kendinde” (an sich) der. Bu alan, ideal (mücerret) objelerin alanıdır - mantığın, matematiğin, saf kavramların ve sayılar dünyası. Biz bunları icat etmeyiz; yalnızca keşfederiz. Çünkü bu alan zamanda ve mekânda değildir, hiçbir fizikî sürece tâbi değildir. Buradaki her varlık, yalnızca kendisi için vardır. Her biri kendi özdeşliğini taşır: varlık varlıktır, sayı sayıdır. Bu, İde’nin kendi kendisinde bulunduğu saf, değişmez hâlidir. İde, burada “kendinde” (an sich) haldedir — yani bütün imkânları kendinde taşır ama henüz hiçbirini dışa vurmamıştır.


Fakat İde’nin gayesi, kendini bilmek, kendi hakikatine “şuurla” varmak olduğundan, bu saf hâlde kalamaz. Kendi içinden dışarı çıkar, yani tabiat olur. Hegel’in Mantık’tan Doğa Felsefesi’ne geçişte söylediği şey budur: “İde, kendisini özgürlük olarak bilmek için önce zorunluluk hâlinde görünmek zorundadır.” Tabiat, bu anlamda, İde’nin kendi özünden yabancılaşmış halidir. İde artık kendi kendisi değildir; “başkası” olmuştur. Tabiatta hiçbir şey kendi başına var olmaz: burası “şeylerin alanı”, kesretin, bölünmenin, başkalığın sahnesidir. Burada hiçbir şey yalnızca kendi için değildir; her şey başka bir şeyle, zıddıyla, karşıtıyla var olur. Varlık, artık kendi kendisine değil, başkasıyla ilişkisine bağlıdır. Her şey bir diğerini sınırlar, belirler. Tabiatta İde, artık kemmiyete bulaşmıştır; niceliğin, hareketin, değişimin içine karışmıştır. İde’nin sabitleri — kavramlar, sayılar, mantıkî düzen — şimdi “oluş” içinde akışa girmiştir. Mantığın “öncelik-sonralık”, “sebep-sonuç” ilişkilerine dönüştüğü bir düzlemdeyiz. Saf özdeşlik artık değişimin içindedir; mutlak akıl, kendi kendisinden uzaklaşmış, bir anlamda yabancılaşmıştır.


Ama bu yabancılaşma, kayboluş değildir. Akıl tabiatta kaybolmaz; sadece örtülüdür. En ilkel canlıda şuursuz, bağımlı, esir bir haldedir. Bitki, hayvan, organizma — hepsi bir “kendine dönme” arayışıdır. Bu süreç, bilinç doğana kadar sürer. Fakat tabiat, diyalektik bir tekâmül süreci içinde, ruh hâline gelmeye doğru ilerler. Ruh, doğanın kendi içinde taşıdığı İde’nin olgunlaşmasıdır. İnsanda İde, kendini bilen bir varlık hâline gelir; tabiattaki zorunluluk bilince dönüşür. İdenin tabiatta yitirdiği “kendisiyle özdeşliği”, insanda “ben şuuru” olarak yeniden ortaya çıkar. Her “ben” bir şuur taşır ama kendi kendine yetmez. Çünkü “ben”in kendini tanıması, öteki ben’lerle karşılaşmasıyla mümkündür. Bu yüzden insan, ancak topluluk içinde, tarih içinde derinleşir. Ruhun gelişmesi artık bireyin değil, insanlığın hikâyesidir. Bu da bilimin, sanatın, dinin, felsefenin ve devletlerin tarihi — yani kültür tarihidir.


Burada da aynı üçlü diyalektik süreci buluruz: Ruh, kendi özünü fertte sezmiştir ama fertle sınırlı kalamaz. Hegel buna subjektiver Geist der. Ruh, ilk basamakta tek ferdin hayatında kendini gösterir ve tamlığa muhtaçtır. Burada Hegel, Ruh’un ikinci aşamasına geçer: objektiver Geist. Fert, ötekilerle ilişki kurar; aile, toplum, devlet ve tarih ortaya çıkar. Yani ruh, ikinci olarak objektiver Geist şeklinde görünür; o da ferdî hayatta kendini gösterenin ancak ferd-üstü oluşumlarda kendini bulması demektir. Artık toplum, devlet ve tarihte gerçekleşmesi demektir. Bu, ferdî bilinçlerin toplamı değil, onların iç bağıntısından doğan daha yüksek bir bütünlüktür. Hukuk, ahlâk, gelenek, sanat, din, felsefe, hepsi bu bütünlüğün farklı yüzleridir.  Tarih, bu yüzlerin değişmesi ve olgunlaşmasıdır.


Ruhun üçüncü ve son basamağı absoluter Geist’tir (Mutlak Ruh). Mutlak ruh, insanın üç en yüksek faaliyetiyle görünür: Sanat, hakikati sezgiyle görür; din, onu imgeyle yaşar; felsefe, onu kavramla bilir. Bu üçü birleştiğinde, Ruh kendi kendini tam olarak tanır, yani Mutlak Fikir gerçekleşmiştir. Mutlak fikir, idenin gelişmesindeki en son ve en yüksek aşamadır. Bunu da devlette bulur. Sırasıyla fert, toplum ve devlet...

"Eski usullerle İslam’ın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî imanı kalmadı.

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol sonsuz sayıdadır.

Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro; sonsuz…

Bunlar arasından bir yol bulup o yolun dervişi olmaya bakın!"​​

Salih Mirzabeyoğlu

bottom of page