top of page

Epistemoloji Açısından: Sokrates’in Sofizm’le Mücadelesi

sokrates epistemoloji

Giriş

Atina’nın parlak ama çalkantılı yıllarında Sofistler, bilginin ölçüsünü kişiye ve duruma bağlayan bir hat açtılar. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözü, bu hattın özlü işaretidir: Hakikat aranıp bulunan bir şey değil, ikna kudretiyle kurulan bir şey gibidir. Sokrates, tam burada ortaya çıkar: Ona göre düşünce, yalnızca söz ustalığına, çıkar hesabına ve anlık kanaatlere bırakılamaz. Düşünen ve gerçekten bilen herkes için geçerli ölçüler bulunmalıdır. Bu ölçüler, tek tek bireylerin keyfine göre değişmeyen, konuşmanın hararetine göre şekil almayan, kavramların iç yapısına dayanan ölçülerdir. Bu yüzden Sokrates’in bilgi arayışı, bir “ölçü arayışı”dır. Bu yazı, Sokrates’in Sofistlerle hesaplaşmasını “bilgi bakımından” temellendirir.


Sofizm’in Epistemolojisi

Sofistlerin entelektüel tesiri, yalnızca belagat eğitimi vermeleriyle sınırlı değildir; daha derinde, “ne bildiğimizi nasıl biliriz?” sorusuna verdikleri cevaptadır. Onlarda dünya, sürekli akış hâlindedir; değişmeyen öz diye bir şey yoktur ya da varsa da insan için erişilebilir değildir. Bu yüzden “bilgi” dediğimiz şey, çoğu zaman güçlü sözlerin, yerinde örneklerin ve diğerleriyle mutabık kalmanın terkibidir. İkna eden, “doğru”ya en yakın sayılır; çünkü ölçüyü dışarıda bir yerde değil, konuşmanın içinde, kitlelerin kabulünde ararlar. Gorgias’ın meşhur meydan okuması—“Hiçbir şey yoktur; olsa da bilinmez; bilinse de anlatılamaz”—bu zeminde abartı değil, çizginin sınır denemesidir. Doğruluk, eşyada bir karşılığı olduğu için değil, muhatap üzerinde etkisi olduğu için kıymet kazanır.


Bu anlayışın iki sonuç doğurduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, “episteme” (bilgi) ile “doksa” (zan) arasındaki ayrım erir; kanaat, bilginin yerine geçer. İkincisi, kavramların içeriği sabit bir çekirdeğe sahip olmaktan çıkar; adalet, cesaret, ölçülülük gibi isimler, şehirden şehre, ândan âna değişen alışkanlıkların ve güç ilişkilerinin yansımasına dönüşür. Bu, bilginin nesnesini belirsizleştirir: Artık doğrulanacak bir şey yoktur; yalnızca kabul ettirilecek bir şey vardır. Bu anlayışın siyaset alanındaki sonucu açıktır: Kimin sözü kalabalığı döndürüyorsa, o anda o haklıdır. Sokrates’in itirazının yay kirişi burada gerilir: O an doğru olan ile hakikaten doğru olan aynı şey değildir.


Sofistlerin etkisini, “physis–nomos” karşıtlığında da okuruz: Tabiatın kendi düzeni bir yana, yasa ve törelerin belirlediği düzen öte yana… Onlar çoğunlukla “nomos”un (medenî-insanî dünyanın) değişkenliğini öne çıkarır. Sokrates ise burada takılır: Yasa ve töre değişebilir; ama “adalet nedir?” sorusu, değişene indirgenemez. Sorunun kendisi, değişmeyeni talep eder.


Sokrates'in Epistemolojisi

Sokrates’in Sofistlerle ayrıldığı temel nokta, “tanım”ın zorunluluğudur. Sokrates’in yürüyüşü şudur: Gündelik dilin gevşek tasvirlerini birer birer budar; şahsî huy ve duyguların kattığı tortuyu ayıklar; tek tek örneklerden küllî çekirdeğe ilerler. Tanım, münferit olayları aydınlatabildiği ölçüde sağlamdır. Bu yüzden tanım, yalnızca söz düzeni kurmaz; ölçü kurar. O, kavramı şahsî çağrışımlardan temizleyip çekirdeğine indirmek ister. “Cesaret nedir?”, “Erdem nedir?”, “Adalet nedir?”… Bu sorular, birer kelime oyunu değildir; düşüncenin hesabını verme çağrısıdır. Sokrates’e göre, herkes için geçerli ölçüye ulaşmak ancak tanımla mümkündür. Tanımsız konuşma, zeminsiz konuşmadır; kanaat üretir, fakat bilgi vermez. Tanım arayışı bitimsiz görünebilir; ama her adım, önceki tanımı sıkılaştırır. Sokrates’in diyaloglarında kesin hükme varılamaması, güçsüzlükten değil, yöntemin doğasından gelir.


Bu ısrarın Sofistlere yönelttiği eleştiri açıktır: İkna etmek, doğru olmak demek değildir. Bir söz, kalabalıkları etkileyebilir; ama çelişkiden kurtulamıyorsa, yalnızca iyi söylenmiş bir “doksa”dır. Sokrates’in yöntemi, sözün etkisini değil, düşüncenin tutarlılığını ölçer. Sorular, örnekler, karşı örnekler ve iç tutarlılık sınamaları… Hepsi tanıma giden yolu açmak içindir. Sokrates’in konuşmalarında dikkat çeken bir başka çizgi, gündelik dildeki gevşek kullanımları budama çabasıdır. “Cesaret” dendiğinde kimi atılganlığı, kimi kör gözü kara gidişi, kimi de umursamazlığı kasteder. Sokrates, bu dağınık tasvirleri tek tek eler; kavramın, şahsî huy ve duygulardan arınmış çekirdeğini bulmaya uğraşır. Ölçüyü buraya koyar: Tanım, münferit örnekleri aydınlatabildiği ölçüde sağlamdır.


Sofistlerin eğitimi retorik merkezlidir; başarı ölçüsü, muhatabı dönüştürme gücüdür. Sokrates’in usûlü ise “elenchus” denen sıkı sorgulama biçimidir. Muhatabın verdiği tanımı, kendi kabul ettiği öncüllerle sınar; tanımın içinde çıplak gözle görülmeyen çatlakları açığa çıkarır. Tanım, kendi içinden çatlar. Bu kırılma anı aporiadır: “Bildiğini sandığın şeyi aslında bilmiyorsun.” Cevap veren kişi, artık bildiğini sandığı şeyi bilmediğini itiraf etmek zorunda kalır. Bu ân, Sofist mantığına göre hezimet sayılabilir; Sokrates’e göre ise başlangıçtır. Çünkü bilgi, çoğu kez “biliyorum” zannının yıkılmasından sonra doğar. Kişiyi sarsan şey, sözünü tutmayan sözüdür; kendi verdiği tanım, kendi öncülleriyle çatışır. Böylece bilginin ölçüsü, kalabalıkların alkışı değil, aklın iç tutarlığı olur. Retorik, doğruluğu dış etkide arar; elenchus, doğruluğu aklın kendi işleyişinde arar. Birincisi ikna eder; ikincisi temellendirir. Birincisi kısa vadede sonuç verir; ikincisi kalıcı bir anlayış kurar. Bu yüzden Sokrates’in yöntemi, yalnızca bir tartışma tekniği değil, bilginin ahlâkî disiplini sayılmalıdır: Kişi, kendi sözünü kendine doğrulatmakla yükümlüdür.


Sokrates’in “bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, kaba bir tevazu gösterisi değildir. Bu cümle, sofuca bilgi iddialarına yöneltilmiş bir meydan okumadır. Sokrates, çoğu kişiden çok daha geniş bir birikime sahiptir; ama “bilgi”yi, kemikleşmiş kanaatle karıştırmaz. Onun “bilgisizliği”, yöntemin ahlâkıdır: Tanımsız, sınanmamış, çelişki taşıyan yargılara güvenmemek. Bu tutumun bir yüzü “ironi”dir. Sokrates çoğu kez bilmezden gelerek muhatabı konuşturur; acele hükümlerin, yüzeysel tasvirlerin nasıl kolayca birbirini yalanladığını gösterir. İroni, yıkıcı bir alay değil; muhatabı kendi sözünü ciddiye almaya çağıran bir dikkat kesilme tekniğidir. İroninin açtığı boşluk, “aporia”ya yol verir; aporia ise iç aydınlanmanın kapısıdır.


Sokrates’in kendini bir “ebe”ye benzetmesi, öğretisinin çekirdeğini verir. Bedenlerin doğumuna yardım eden ebe gibi, zihinlerdeki doğuma yardım eder. Bilgiyi dışarıdan doldurmaz; içeride gizli hâlde bulunanı ortaya çıkarmaya yardım eder. Bu, eğitimin aktarma değil, uyandırma olduğu fikridir.


Burada iki aşama ayırt edilebilir. İlk aşama arındırmadır: Gevşek tarifler, örnek–karşı örnek oyununda dağılır; çelişki açığa çıkar. İkinci aşama doğurtmadır: Kişi, kavramın iç yapısına ilişkin daha sıkı bir kavrayışa yönelir. Her yeni tanım, bir öncekinden daha çok iç tutarlık taşır; gene de tamamlanmış değildir. Sokrates’in diyaloglarının çoğunda kesin bir sonuca varılmaması, bu pedagojik niyetle uyumludur: Doğruya gidiş bir süreçtir; her durakta nefeslenilir, fakat yol bitmez. Bu çabanın hedefi, münferit örneklerdeki ortak çekirdeği yakalamaktır. Misal değişir; ama kavramı “o” yapan ölçü değişmez. Sokrates’in gözünde bilgi, bu çekirdeğe nüfuz edebildiğimiz ölçüde bilgidir. Bu yüzden “zihin ebeliği” (Maieutikê), yalnızca bir tartışma yöntemi değil, düşünmenin doğasını anlatan bir benzetmedir.


Sokrates’e göre cehalet, kötülüğün asıl nedenidir; kişi gerçeği görseydi, yanlış eylemezdi. Bu iddia, bilgi ile eylem arasına duvar örmez; tersine, aradaki bağı vurgular. “Peki ya bildiği hâlde yanlışı isteyen kişi?” diye sorulur. Sokrates der ki: Burada “bilmek” kelimesini gevşek kullanıyoruz. Kişi, iyi olanın ne olduğunu gerçekten görseydi, “kötü” diye bilinen şeyi istemezdi. Demek ki ortada görme eksikliği var; adını bilgi koymamız, o eksikliği örtmez. Bu cevap katıdır; fakat ahlâkı yüksekte tutar: Bilgiye verilen isim, eylemde karşılığını bulmuyorsa, o bilgi değil, zandır. Sokrates’te sophia (hikmet) ile phronesis (feraset) iç içedir. Sırf mücerret bilgi değil, iyi hüküm verme gücüyle ilgilidir. Bu yüzden onun “bilgi” dediği şey, yalnızca teorik bir envanter değildir. Gören gözün hüküm gücü, iyi eyleme yol verir. Böylece bilmek–yapmak bağı tekrar görünür: Hikmet, yaşamda ölçü kurar; ölçü, yalnızca söz değildir—karardır. Yani Sokrates’te “bilmek”, yalnızca zihin içinde kalan bir hâl değil, eylemi doğuran bir görme gücüdür. Buradaki “erdem öğretilebilir mi?” sorusu, artık kuru bir eğitim tekniği sorusu değildir; bilginin mahiyeti sorusudur. Sofist çizgide bilgi, çoğu kez vasıtadır; gaye, başarıdır. Sokrates’te bilgi, gayedir; çünkü iyi eylem, bu görme gücünün meyvesidir. Bu yüzden Sokrates’in Sofistlere eleştirisi yalnızca mantıkî değildir; hayata yöneliktir. İyi yaşamak, doğruyu görmekle mümkündür. Doğruyu görmenin yolu da tanımla, sorgulamayla, iç tutarlılıkla ve kanaatten arınmayla açılır.


Sofistlerin “her şey akış” vurgusu, bilgiyi köksüz bırakır. Sokrates’in ısrarı, bu akışın içinde değişmeyeni bulmaktır. Şehirler yasa değiştirir, örf değiştirir, alışkanlıklar değişir; ama “adalet nedir?” sorusunun talep ettiği ölçü, bu değişimin ötesindedir. Sokrates, bu ölçünün insanın ortak aklında erişilebilir olduğuna güvenir. Yani aradığı şey yalnızca dil birliği değil, varlıkla uyuşan bir ölçüdür. Burada, bilginin varlığa bağlanışı söz konusudur. Eğer tanım, münferit örnekleri açıklayabiliyor ve çelişkiden kaçınabiliyorsa, yalnızca söz oyununda değil, varlığın düzenine uygunlukta da sınavı geçiyor demektir. Sokrates, değişeni reddetmez; ama değişenin anlaşılmasının, değişmeyen bir çekirdeğe bağlı olduğunu söyler. Bu çekirdeği kavramak, bilginin şartıdır.


Sokrates’in soru–cevap çizgisi, “Aradığın şeyi bilmeden nasıl ararsın?” itirazıyla karşılaşır. Bilmediğin şeyi nasıl tanıyacaksın? Bu itiraz, aramanın imkânını sarsıyor gibi görünür. Sokrates’in uygulaması, bu çıkmazı yöntemle aşar: Arama, bütünüyle karanlıkta kör yoklama değildir; yanlışın ayıklanmasıyla ilerleyen bir açılmadır. Kişi, neyi bulacağını tam bilmez; ama neyin yanlış olduğunu ayıkladıkça konu berraklaşır, tanım yaklaşır. Buradaki önemli nokta şudur: Bilgi, bir anda ele geçen hazır bir şey değil; doğrulama ve ayıklama süreçlerinin sonucudur. “Aporia” bu sürecin dönüm noktasıdır; kişi, sözünün sözünü tutmadığını görünce, özünde bir “bilmemeyi” kabul eder. Bu kabul, umutsuzluk değil, yöntemin başlama vuruşudur.


Sofistlerin söz ustalığı, çoğu kez kentin siyasetinde başarı getirir. Sokrates’in çizgisi ise böyle bir başarıyı garanti etmez; hattâ bedeli ağır olur. Yine de onun durduğu yer, kişiden öte ölçüyü savunduğu için kalıcıdır. Kentin kararları değişir; kalabalıklar dün alkışladığını bugün taşlayabilir. Fakat “adalet nedir?” sorusuna dürüstçe verilmiş bir cevap, yarın da hesap verilebilir olmalıdır. Sokrates’in ölümü, bu yüzden, yalnızca bir trajedi değil, düşünce adına verilmiş bir sözün tamamlanmasıdır: Ölçüyü şahsî menfaat değil, doğru düşünme kurar. Bugün de benzer bir gerilim içindeyiz. Başarı, hız ve görünürlük çağında, Postmodern epistemolojinin her çiviyi söktüğü günümüzde, “ikna etmek” ile “doğru olmak” birbirine karışıyor. Sokrates’in Sofistlerle hesaplaşmasından öğreneceğimiz şey, ölçüyü yeniden kurma (veya bulma) çağrısıdır. Kalabalıkların sevdiği şeyle doğru olan her zaman örtüşmeyebilir; örtüştüğünde de sebebi bu değildir.


Sokrates’in yürüyüşü örnekten başlar; örnek değişir, fakat örneği örnek yapan küllî ölçü değişmez. Cesaret, kimi savaş anında, kimi mahkeme kürsüsünde görünür; iki olay farklıdır, fakat cesareti cesaret yapan ne ise aynıdır. İşte tanım, bu aynıyı yakalamaya çalışır.


Sokrates sık sık zanaat benzetmesi yapar: Dümencinin, hekim’in, marangozun bilgisi—yani techne—muvaffakiyeti rastlantıya bırakmaz. Zanaatın ölçüsü iş üzerindedir: Nesneye uygunluk, yöntemli ilerleme, hesap verme. Hitabet bu ölçüyü taşır mı? Sokrates burada şüphecidir. Eğer hitabet, şeyin ne olduğuna dair bir görme taşımıyorsa, yalnızca alıştırmadır; zevki okşar, ama doğruluk üretmez. Zanaat benzetmesi, bilginin işe vurulabilirlik ölçüsünü gündeme getirir: Zanaat sahibi, sınamada kendini belli eder.


Platon'un Varisliği ve Sonuç

Sokrates’in sesi bize Platon sayesinde gelir. İlk dönem diyaloglarda Sokrates’in soru–cevap yürüyüşü, tanım ısrarı, ironi ve aporia daha belirgindir. Orta ve geç metinlerde Platon, aranan çekirdeği bağımsız bir varlık düzeyi olarak düşünür (idea). Sokrates’te aranan çekirdek, konuşmanın içinde, tanım yoluyla yavaş yavaş belirginleşir; Platon’da bu çekirdek bir varlık katmanı hâline gelir. Akrabalık açıktır; ayrım da açıktır. Sokrates yöntem ve ahlâk öne çıkarır; Platon varlık şemasını genişletir. Sokrates’in kendisinde bu tür bir varlık katmanı tasvir edilmez; onda vurgu, konuşmanın içindeki arınma ve ölçüye yöneliktir. Bu ayrımı vurgulamak önemlidir; çünkü Sokrates’in Sofizm’e itirazı, bir yöntem ve kavram talebi olarak anlaşılmalıdır. O, “değişmeyen”i savunur; ama bunu, konuşmanın içinde, tanımın gücüyle yapar. Platon bunu daha büyük bir ontik çerçeveye bağladığında, iki çizgi birleşse de ayrışır. Yine de ikisini ayırt etmeyi zorlaştıran şey, gaye birliğidir: Her ikisi de ölçüyü şahsî keyfe ve anlık mutabakata bırakmak istemez.


Sokrates, Sofistlerin “her şeyi oluşa indirgeyen” çizgisine karşı, tek tek bireylerin keyfî kanaatlerini aşan, herkes için bağlayıcı ölçüler aradı. Bunu dışarıdan dogma taşıyarak değil, konuşmanın kendi içinden yaptı: tanım ısrarı, ironi, elenchus, aporia ve “zihin ebeliği” ile… Bu çizgi, bilginin yalnızca zihin işi olmadığını da gösterir. Kendi kendimizi izah etmeye bakmak, ölçünün ve tanımın yükünü taşımak, “bilmiyorum” demekten ve “neyi bilebilirim” diye sormaktan kaçınmamak ve münferit misaller içinde, tüm insanlar için geçerli çekirdeği aramak… İşte Sokrates’in Sofizm’le mücadelesi tam da budur, bize bıraktığı sarsılmaz ödev budur.

"Eski usullerle İslam’ın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî imanı kalmadı.

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol sonsuz sayıdadır.

Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro; sonsuz…

Bunlar arasından bir yol bulup o yolun dervişi olmaya bakın!"​​

Salih Mirzabeyoğlu

bottom of page