Epistemolojinin Çıkmazı: Menon Paradoksu
- Reha Kansu

- 17 Eyl
- 4 dakikada okunur

Epistemoloji tarihinin en temel problemlerinden biri, bilginin kaynağı ve imkânına ilişkin çifte açmazdır. Paradoksun en eski ve en çarpıcı ifadesi Platon’un Menon diyaloğunda ortaya konur. Menon’un Sokrates’e yönelttiği soru basit görünür ama son derece derindir: “Bir şeyi ya biliriz ya bilmeyiz. Eğer biliyorsak, daha fazla araştırmamıza gerek kalmaz. Ama bilmiyorsak, aradığımız şeyi bilmediğimiz ve bulsak bile tanıyamayacağımız için araştıramayız." Bu soru, öğrenmenin imkânı üzerine yöneltilmiş ilk sistematik meydan okumalardan biridir. Eğer bilgi önceden verilmişse, araştırma anlamsızdır; eğer bilgi yoksa, araştırma boşunadır. Paradokslu bir kısır döngü karşımıza çıkar.
Platon, bu açmazı çözmek için “anamnesis” yani hatırlama teorisini ileri sürer. Ona göre ruh, doğmadan önce hakikatle temas hâlindedir. Dünyada öğrenme dediğimiz şey, aslında unutulmuş hakikatleri hatırlama sürecidir. Böylece araştırma imkânsız değildir; çünkü her arayış, ruhun hatırlama gücünü tetikler. Öğrenmek, tamamen yeni bir şey bulmak değil, zaten bilinenin farkına varmaktır. Bu yaklaşım, bilginin hem önceden mevcut olduğunu, hem de faaliyet yoluyla açığa çıkarıldığını savunur. Epistemolojik paradoks, ontolojik idealar öğretisiyle çözülür. Ruh, hakikati ararken aslında varlık alanında mutlak biçimde mevcut olan ideaları hatırlar. Yani epistemolojik sorun, ontolojik bir temel (idea) üzerinden açıklanır. Menon paradoksu, epistemoloji tarihinde “bilgi önceden mi vardır, yoksa faaliyetle mi oluşur?” sorusunu ilk defa sistematik bir problem hâline getirmesi bakımından kurucu bir rol oynamıştır.
17. yüzyılda Descartes, bilginin sağlam bir temelini ararken rasyonalizmi sistemleştirdi. Onun ünlü “cogito ergo sum” önermesi, zihnî kesinliği başlangıç noktası kabul eder. Descartes’a göre insan zihninde doğuştan idealar vardır; Tanrı, matematik ilkeleri veya töz kavramı gibi hakikatler bu apriori yapının ürünüdür. Böylece bilgi, tecrübeye ihtiyaç duymadan, zihnin yapısından türetilir. Bu tavır, “bilgi faaliyetten önce mevcuttur” fikrinin bir ifadesidir. Rasyonalizmin bu yaklaşımı, bilme faaliyetini bir tür “örtük olanı açığa çıkarma” sürecine indirger. Eğer bilgi zihinde zaten bulunuyorsa, öğrenme yalnızca bu bilgilerin farkına varılmasıdır. Araştırma, bilinmeyen bir şeyi aramak değil, bilinenin şuuruna varmak olur. Fakat rasyonalizm, paradoksun “bilgi önceden varsa, aramak niye?” kısmını çözmeye çalışırken, yeni problemler doğurur. Bilginin doğuştan verilmiş olduğunu kabul etmek, insan bilgisinin gelişimini ve çeşitliliğini açıklamayı güçleştirir.
Rasyonalizmin bu iddialarına karşılık empirizm, zihni başlangıçta boş bir levha (tabula rasa) olarak görür. Locke’a göre bütün bilgi tecrübeden gelir: duyular dış dünyayı, zihin ise bu duyuların verilerini işler. Böylece bilgi, dış dünyadan gelen izlenimlerin düzenlenmesiyle inşa edilir. Bu yaklaşım, bilginin yalnızca faaliyetin ürünü olduğunu öne sürer. İnsan doğuştan bilgiye sahip değildir; bilgiyi ancak yaşadığı tecrübeyle üretir. Empirizmin en radikal temsilcilerinden Hume, bu bakışı daha da keskinleştirir. Ona göre sebeplilik gibi temel kavramlar bile deneyimle doğrulanamaz; biz sadece olayların sürekli birlikteliğini gözlemler, sonra “sebep–sonuç” fikrini zihnimizde kurarız. Böylece bilgi, tecrübe ve alışkanlığın ürünü olarak anlaşılır. Bu noktada paradoksun ikinci kısmı gündeme gelir: Eğer bilgi yalnızca faaliyetin ürünü ise, “bulduğumuz şeyin gerçekten bilgi olduğunu nereden bileceğiz?”
Kant, rasyonalizm ile empirizm arasındaki bu çekişmeyi çözmeye çalışır. Ona göre bilgi, iki kaynağın birleşimiyle doğar: Duyulardan gelen içerik (a posteriori) ve zihnin apriori kategorileri. Tecrübe bize malzemeyi sunar; fakat bu malzeme, zihnin zaman-mekân ve sebep-sonuç gibi kategorileriyle biçimlenmedikçe bilgiye dönüşmez. Böylece bilgi ne bütünüyle doğuştan verili, ne de tamamen tecrübeden türemiştir. Bu sentez, epistemolojide büyük bir devrimdir. Kant, bilginin hem sübjektif zihinsel kategorilere, hem de objektif tecrübeye dayandığını ileri sürerek paradoksun iki ucunu bağlar. Araştırma hem gereklidir (çünkü deneyim olmadan bilgi olmaz), hem de mümkündür (çünkü kategoriler olmadan deneyim bilgiye dönüşmez). Bilgi, insan zihninin etkinliği ile dış dünyanın verileri arasındaki ilişkiden doğar. Ancak Kant’ın çözümü de bir sınır koyar: İnsan, yalnızca fenomenleri bilebilir; yani zihnin kategorileri tarafından biçimlenmiş tezahürleri. “Kendinde şey” (noumenon) bilinemezdir.
Hegel, buna karşılık, "bir şey varsa bilinir" der. Onda, ontoloji ve epistemoloji neredeyse özdeşleşir. Geist’ın diyalektik hareketi hem varlığın yapısıdır (ontoloji) hem de bilginin-düşüncenin gelişimidir (epistemoloji). Paradoks bu sentezde eritilmeye çalışılır. Ona göre bilginin ilerleyişi, Geist’ın kendi kendini açmasıdır. Bilgi, çelişkilerle yüzleşerek ve onları aşarak gelişir. Yani Hegel, paradoksu “bilgi hem potansiyel hem de aktüel olarak vardır” diyalektiğiyle aşar. Bu yaklaşım, paradoksu aşmaya çalışan en bütünlüklü modellerden biridir: Bilgi hem önceden vardır hem de faaliyetle açığa çıkar. Araştırma, boş bir çaba değil, varlığın kendi özünü açığa çıkarmasının zorunlu aşamasıdır. Bu çözüm güçlüdür, çünkü epistemoloji ile ontolojiyi bütünleştirir. Ancak zayıf yanları da vardır: “Mutlak bilgi” iddiası, bilginin bitimsizliğini sınırlamaktadır. Ayrıca bilen özne olarak Küllî Akıl'ın hareketini gördüğünden, müşahhas ferdî insanı arızî görür.
Fenomenoloji ise bilginin temelini şuurun yönelmişliğinde (intentionality) bulur. Husserl’e göre her şuur, bir şeye yönelmiştir; bilgi bu yönelmenin yapısında temellenir. Bu demek oluyor ki, Menon paradoksunun “bilmiyorsam, nasıl arayıp bulacağım?” kısmı fenomenolojide askıya alınır. Çünkü her şuur, zaten bir yönelme içinde işlemektedir. Bu çerçevede nesne “önceden verilidir” (noema), ancak bilgi ancak şuur faaliyetiyle açılır (noesis). Bilinçte her zaman bir şey “verili”dir; fakat bu veriliş örtük, bulanık veya eksik olabilir. Araştırmanın anlamı, bu verilişi açığa kavuşturmaktır. Bu açıdan bakıldığında fenomenoloji, Menon paradoksunu şöyle çözer: Bilgi hiçbir zaman tam, kapalı ve nihai değildir; şuurun verisi sürekli açılmaya muhtaçtır (“Biliyorsam, aramama gerek yok”). Şuur hiçbir zaman tamamen boş değildir; her zaman ön-verili bir yönelmişlik vardır (“Bilmiyorsam, neyi aradığımı bilmem mümkün değil”). Dolayısıyla fenomenoloji, bu paradoksa belki de en zarif cevabı verir.
Modern dönemde Descartes’tan Kant’a, hatta Hegel’e kadar süren çizgide bilgi, bir şekilde “hakikate uygunluk” veya “aklın zorunlu kategorileri” üzerinden güvence altına alınmaya çalışılmış, ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında bu güven çökmeye başlamıştır. Postmodern epistemolojinin çıkış noktası da modern epistemolojinin “üniversal, kesin, objektif bilgi” iddiasını sorgulamasıdır. Mutlak ölçüt fikrini reddederek, bilginin bağlama göre değişen söylem olduğunu vurgular. Mutlak ölçütün reddi, epistemolojiyi parçalı ve göreli kılar; hakikat iddiası yerini iktidar analizine bırakır. Dolayısıyla postmodern yaklaşım, paradoksu çözmek yerine onun çözümsüzlüğünü kabul eder. Bilgi, ne tamamen önceden verili ne de mutlak faaliyet ürünüdür; yalnızca tarihî-sosyal iktidar ilişkileri ve dil oyunları içinde anlam kazanır.
Netice olarak, “Madem ki biliyorum, aramak niye; bilmiyorsam bulduğumun ne olduğunu nereden bileceğim?” sorusu, epistemoloji tarihinde sürekli olarak yeniden üretilen bir problematiğe işaret eder. Platon’dan postmodernizme kadar farklı düşünürler bu paradoksa çeşitli cevaplar üretmiş; ancak her çözüm yeni bir problem doğurmuştur.
Epistemoloji serisi boyunca, biz de Menon paradoksunun peşinde olacağız.
_edited.jpg)


