Ahmet Arvasi ve İslamî Antropoloji Denemesi
- Reha Kansu
- 18 Ağu
- 8 dakikada okunur

"Eksik varlık" kavramı vesilesiyle fenomenoloji, felsefi antropoloji ve varoluşçuluk ekseninde kaleme aldığımız dört kısa yazının ardından, bu kez bir Türk düşünürünün görüşlerine değineceğiz: Seyyid Ahmet Arvasi.
Seyyid Abdulhakim Arvasî Hazretleri ile aynı aileden gelen Seyyid Ahmet Arvasi (1932-1988), Üstad Necip Fazıl'ın Büyük Doğu ekolünden yetişmiş, MHP çizgisinde politika yapmış İslâmcı bir mütefekkirdir. Sevenleri tarafından, “Asrın Yesevî’si” şeklinde anılan Arvasi, ömrü boyunca Ülkücü gençliğin dünya görüşüne katkıda bulunmaya ve Müslüman Türk gençliğini "İmam Gazali ve İmam Rabbani"den hareket eden İslamî düşünce çizgisiyle beslemeye çalışmıştır. Bu doğrultuda, din, ahlak, eğitim, politika, sosyoloji, estetik, tasavvuf ve felsefe gibi farklı alanlarda, oldukça orijinal metinler kaleme almıştır.
Arvasi, tasavvuf ontolojisini iyi kavramış bir düşünürdür ve bize göre, en değerli katkılarını, nazarî tasavvuftan hareketle giriştiği İslamî antropoloji denemesiyle vermiştir. Modern filozoflardan, döneminin felsefî çatışmalarından haberdar olması, bilhassa Bergson'dan etkilenmiş olması, İslam metafiziğini güncel bir dille ifade etmesine imkan sağlamıştır. Psikolojiden sosyolojiye kadar kuşatıcı bir bakış açısıyla ele aldığı felsefi meselelere "iman" temelli yaklaşma çabası ise onun ayırıcı tarafıdır. Kısacası Arvasi, ortaya koyduğu kendine özgü fikrî sentezle, mutlaka okunmayı ve tartışılmayı hak eden bir düşünce adamıdır.
Biz kendi adımıza, Arvasi'nin söz konusu fikrî sentezini "İslamî bir antropoloji girişimi" olarak adlandırmış bulunuyoruz. Bunun nedeni, kendisinin de fikirlerini "insan bilimi" adını verdiği nazarî bir disiplin temelinde toplamaya gayret etmiş olması ve ele aldığı konuların açıkça felsefî antropolojinin konularına denk düşmesidir. İnsanın tabiatı, mahiyeti ve tekâmülü, varlık içindeki konumu ve rolü, Arvasi'nin temel ilgi konusu olmuş; ve tasavvuf kaynaklı görüşlerini bilhassa bu sahada geliştirmiştir. Açıkçası onun Kendini Arayan İnsan adlı eseri, insanı varlık, ruh, madde, ahlâk ve toplum bütünlüğü içinde açıklamaya çalışan, doğrudan bir felsefî antropoloji metnidir. Hem Scheler çizgisine yakın hem de Büyük Doğu–İBDA düşüncesiyle paralel bir çerçeveye sahip olduğundan, yazı serimize Arvasi'nin toparlayıcı görüşleri ile devam ediyoruz.
Minerallerden İnsana Hiyerarşi ve İhtiyaç Yönü
1. Ontolojik Tabakalaşma
İnsan zihni, varlığı anlamlandırmaya çalışırken onu tabakalara, katmanlara, basamaklara ayırır. Varlığın mertebelerini dikkatle gözlemlediğimizde, en alt basamakta mineral varlıkların yer aldığı görülür. Onların üzerine bitki âlemi, onun üstünde hayvanlar âlemi, en tepede ise bütün bu tabakaların üzerinde kendi istikrarını arayan insan bulunur. Bu tabakalaşma, yalnızca biyolojik bir sınıflandırma değil, aynı zamanda bir ontolojik merdivendir. Zira her basamak, kendinden öncekini kuşatarak, kendinden sonrakine zemin hazırlamaktadır.
Ne var ki burada kritik bir gerçek ortaya çıkar: Her basamak, yalnızca kendinden önce geleni kullanmakla kalmaz, aynı zamanda kendi varlığını sürdürmek için ona bağımlı hâle gelir. Dolayısıyla varlık yükseldikçe karmaşıklaşır, karmaşıklaştıkça da geriye dönük bağları kuvvetlenir.
Mineraller, varlığın en temel taşıyıcısıdır. Onlar için hayat ve ölüm söz konusu değildir; çünkü onların “hayat”ı mekanik denge, kimyevî istikrar, statik ve donuk bir varlık düzenidir. Bu yüzden tek başlarına ayakta durabilecek güçtedirler. Bitki ya da hayvan gibi beslenmeye, kendini üretmeye, organizmayı devam ettirmeye muhtaç değildirler. Katı, donuk, kendi içinde yeterli bir varlık tarzı sergilerler.
Burada dikkat çekici olan nokta şudur: mineral varlık, bir bakıma hayatın hem zemini hem de potansiyel tehdididir. Çünkü canlı varlık, minerale muhtaçtır, fakat aynı zamanda onun katılığına geri dönmekten, çözülüp dağılmaktan korkar.
Mineral varlık kendi başına ayakta durabilecek kudrete sahipken, bitki, hayvan ve insan dünyası tek başına kalamaz. Bitki, mineral tabakası üzerine serpilir. Toprağa kök salar, su ve mineral unsurlarını emerek büyür. Hayatı, minerale dayanır. Onun varlığı, kendi başına kapalı bir sistem değildir; mutlak bağımlılık içinde bir varlık tarzıdır.
Bitkinin intibak sorunu mineralden gelen etkilerle başlar. Rüzgâr, su, ışık ve toprağa yönelmek zorundadır. Tropizm dediğimiz bu yönelişler, bitkinin dış tesirlere uyum çabasının ilk örnekleridir. Fakat bu uyum, henüz şuurdan yoksundur; tamamen içkin biyolojik düzenin zorlamasıyla gerçekleşir.
Bitki, köklerini mineralin tabanına salarken; hayvan, hem minerale hem bitkiye dayanarak hayatını sürdürür. Beslenmek için bitkiye ve minerale muhtaçtır. Fakat aynı zamanda hayvanın karşısına yeni bir faktör çıkar: diğer hayvanlar. Artık intibak problemi katlanır; hayvan yalnızca çevreye değil, aynı zamanda hemcinslerine, rakiplerine ve avcılarına karşı da mücadele vermek zorundadır.
İnsana gelindiğinde, tablo doruk noktasına ulaşır. İnsan hem mineral hem bitki hem hayvana bağlıdır. Fakat onun intibak problemleri, yalnızca bunlarla sınırlı değildir. İnsan, çevresinin çok daha karmaşık şartlarına uyum sağlamak zorundadır: toplumsal düzen, kültürel yapı, teknik vasıtalar, bilgi ihtiyacı, şuurî gerilimler…
İşte burada çarpıcı bir hakikat belirir: tekâmül arttıkça intibaksızlık (uyumsuzluk) artmaktadır. Eğer hayat basamaklar halinde ilerliyorsa, bu ilerleyiş aynı zamanda kırılganlığın, intibak krizlerinin ve tehlikelerin çoğalması demektir. En mütekâmil canlı olan insan, aynı zamanda en çok intibaksızlık yaşayan varlıktır. Bu nedenle insan tüm alt tabakaları tanımak, sahiplenmek ve kendi varlığının hizmetine almak ister.
Dolayısıyla ilerledikçe bağımlılık artar; üst varlık, kendi varlığını sürdürmek için daima alt basamaklara muhtaçtır.
2. Geriye Doğru İhtiyaç Kanunu
İhtiyaç yönünün daima geriye doğru olması üzerinde duralım. Yüksek basamak, daima kendinden önce gelene ihtiyaç duyar. Bitki minerale, hayvan bitkiye, insan hepsine… Böylece ihtiyaç yönü yukarıdan aşağıya, yani geriye doğrudur. Daha yüksek mertebeye çıkıldıkça, geriye doğru bağlılık da artmaktadır. Bitki minerale, hayvan bitkiye ve minerale, insan ise hepsine bağımlıdır. Bu yüzden insanın varlık mücadelesi, kendinden önce gelen basamaklara sürekli geri dönmek, onları denetlemek ve kontrol altında tutmak cehdiyle şekillenir.
Bu kanun, aynı zamanda hayatın tehlike istikametini de tayin eder: hayat için asıl tehlike ileri değil, geridedir. Tehlike daima geriden gelir: organizmanın çözülmesi, katılaşması, dağılması… Bu yüzden hayat, sürekli olarak gerisini kollamak zorundadır. Canlıyı tehdit eden şey, minerallerin katılığına geri düşme, yani çözülme, dağılma ve ölüm ihtimalidir.
3. Geriden Gelen Tehlike Kanunu
Hayat için esas tehlike ileri değil, geridedir. Mineraller, bağrından fışkıran hayatı yutmak üzere bekleyen bir güç gibidir. Daima geriden gelen tehdit, katılık, donukluk ve çözülme tehdididir. Canlı varlık, daima bu tehdide karşı uyanıktır. Bütün organlar, gerideki tabakaları kavramak ve hayatiyetin sürekliliğini sağlamak için vardır.
Bu sebeple canlılar, köklerini, tırnaklarını, dişlerini, kısacası varlık uzantılarını, gerideki tabakalara geçirerek ayakta kalmaya çalışırlar. Bitki toprağa kök salar; hayvan hem mineralden hem bitkiden devşirir; insanda ise bu eğilim daha bilinçli hâle gelir. İnsan, gerisini tanımak, öğrenmek, sahiplenmek ve hâkimiyet altına almak ister. Bu yüzden tarih boyunca insan, hayvanları evcilleştirmiş, bitkileri tarıma sokmuş, mineralleri işlemiştir. Bu, yalnızca bir ihtiyaç meselesi değil, aynı zamanda bir hâkimiyet davasıdır.
Dolayısıyla yaşama savaşında yönelim, ihtiyaç ile tehlikenin kesiştiği noktaya, yani geriye doğrudur. Tehlike geriden gelir, ihtiyaç geriye uzanır, ilgi de bu yöne yönelir.
4. İleriye Doğru İntibak Çabası
Varlık basamaklarının her birinde, hayatın özü intibak zorunluluğu ile belirlenir. İntibak, yalnızca dış şartlara uymak değil, aynı zamanda varlığın kendi özünü koruyarak yeni şartlara yönelmesi demektir. Her organizma, kendisini kuşatan çevreye ayak uydururken aslında kendi tipik yapısını muhafaza etmeye çalışır. Bu yüzden intibak, varlığın korunmasının, sürekliliğinin ve orijinalliğinin başka adıdır. Fakat intibak aynı zamanda bir paradoks taşır: hayat ilerledikçe intibaksızlık artar. Daha basit organizmalarda uyum kendiliğinden ve otomatik iken, üst basamaklara çıkıldıkça intibak problemleri katlanarak çoğalır. Çünkü basit yapıda olan varlık, kendi sınırlarına hapsedilmiş, değişmez bir düzenin içinde varlığını sürdürür. Karmaşıklaştıkça, hem imkânlar artar hem tehditler çoğalır.
Minerallerin varlığında intibak problemi yok gibidir; zira onların düzeni katı, mekanik ve değişmezdir. Bitkide, mineralden gelen etkilere uyum çabası belirginleşir. Hayvanda, yalnızca minerale ve bitkiye değil, aynı zamanda diğer hayvanlara da intibak etme zorunluluğu ortaya çıkar; bu yüzden intibak sorunları katlanır. İnsana gelindiğinde ise, intibak problemi zirveye çıkar. Eğer bir tekâmülden söz edilecekse, bu tekâmül aynı zamanda intibak krizlerinin çoğalması anlamına gelir. O hâlde en mütekâmil varlık olan insan, aynı zamanda en çok intibaksızlıkla yüz yüze gelen varlıktır.
İhtiyaçların ve intibak problemlerinin basamaklarda nasıl farklılaştığını, açlık örneği çarpıcı biçimde gösterir: Bitkide açlık, su ve mineral yoksunluğu ile solma veya kuruma halinde kendini gösteren saf bir fizyolojik tezahürdür. Hayvanda açlık, artık hissî bir ıstırap hâline gelir; organizmanın açığı acı duygusu üretir. İnsanda açlık, şuur seviyesinde idrak edilir ve yalnızca fizyolojik bir yoksunluk olmaktan çıkar. İnsandaki açlık, yalnızca midesini doldurma arzusuyla yetinmez, bütün varlığı kendisine katma ihtirasına dönüşür. Dolayısıyla insan için açlık, materyal değil, esasen ruhî ve spiritüel bir mânâ taşır. Bu, onun en yüksek bağımlılıkla birlikte en yüksek özgünlüğü de barındıran varlık olduğunu; insanın yalnızca biyolojik bir canlı değil, aynı zamanda manevî bir varlık olduğunu gösterir.
Hayatın sürekliliği, yeni şartlara uyumla mümkündür. Uyum gerçekleşmezse organizma katılaşır, geriye döner ve ölümle yüzleşir. Yeni şartlara uyum sağlayamayan varlık, katılaşır ve geriye doğru intibak eder ki bu da ölümdür.
Burada iki yönlü bir intibak şeması ortaya çıkar: İleriye doğru intibak, gelişme, yenilenme ve hayatiyetin devamı demektir. Geriye doğru intibak, katılaşma, donma, çözülme ve ölüm demektir. Yaşama savaşı, geriden gelen tehlikeden kaçma ve ileriye intibakı sağlama çabasından ibarettir.
7. İnsan ve Gerisini Kollama Gayreti
Her varlık, kendinden bir basamak geride olana hususi bir alâka gösterir. Bitki toprağa kök salar; hayvan bitkiye yönelir; insan ise bütün gerisini, yani hayvanları, bitkileri ve mineralleri bilmek, tanımak, sahiplenmek ister. Bu yalnızca bir ihtiyaç ilişkisi değil, aynı zamanda bir hâkimiyet arzusudur. İnsanın “ayağını sağlam basma” cehdi, gerisindeki âlemleri denetim altına alma iradesinden doğar.
Bu yüzden insanın tarihi, gerisini öğrenme ve hâkimiyet altına alma mücadelesidir. Bilim, teknik, kültür; hepsi bu geriye dönük ihtiyacın ve ileriye intibak çabasının tezahürüdür.
Sonuç: Varoluş Mücadelesinin Anlamı Üzerine
Her varlık, orijinal varlığını korumak için çırpınırken bir diğerini kendine dönüştürmeye çalışıyor. Her varlık, kendinden bir basamak geride bulunanı kendi lehine eritmek eğiliminde… Hayvanlar bitkileri, bitkiler mineralleri kemirmekte… Geride bulunanlar da direnmek ve özellikle hayatı kendilerine benzetmek çabasında… Bu yüzden hayat ve özellikle şuur, tabiatın bağrından sıyrılıp ortaya çıkmak için korkunç bir mücadeleye ve boğuşmaya mecbur kalmakta...
Gerisindeki varlıkların kendisini yok edecek etkilerine boyun eğmekten duyduğu endişe, insanın ileriye doğru atılmasını sağlıyor. Sadece insanlar değil, her varlık gerilemekten ürküyor ve adeta kendini arkasından kovalayan bir tehlikeden kaçıyor. Zorlayıcı baskısı altında her şeyin ileriye doğru sürüklenmesine sebep olan bu tehlikenin ismi “yokluk”tur.
Bütün varlıklar, kendini yokluk tehlikesine karşı savunuyor. Var olan, sanki yok olmamak için çırpınıyor; bir başkasının varlığında eriyip kaybolmaya direniyor. Yokluğu yok etme yolundaki bu çırpınışın ismi “oluş”tur.
Oluş, arkasından kovalayan yokluk tehlikesine karşı, daima ileriye doğru bir çırpınış…Yokluk, oluşun ardında bekleyen donma ve katılaşma tehlikesidir. İnsanda hayat ve zekâ, aklın kurduğu bu tuzağa isyan eder. Oluşun, kendini kovalayan bir tehlikeden kaçması, insanoğlunda, ölümü yenmek yolunda şuurlu bir çırpınışı olarak gözükür…
Madde üç boyutlu bir varlık tezahürü olduğu için daima sınırlıdır ve sonsuzluğu dolduramadığı için bir yerde tükenmeye mahkûmdur. İster istemez onu çeviren yokluk uçurumuna gelip dayanacağı için mutlak değil, itibarî bir varlıktır.
Yokluğu yok eden yegâne varlık, Mutlak Varlık’tır. Onun için insan zekâsı, Mutlak Varlık’ın özlemi içinde, kendisine yokluk hissi veren maddeyi ayakları altına almak, onu aşmak ve maddeden kurtularak kendini yokluktan kurtarmak istiyor.
Hayatı ve zekâsıyla, maddenin bağrında çöreklenmiş bu yokluk fikrinden ürperen insan, aklının onu yok olmaya sürükleyen determinist eğilimlerine karşı koyuyor ve bu engelleri aşarak kendini Mutlak Varlık’a doğru atmak istiyor. İnsan, maddenin kendini tekrar ederek dönen dişlilerine teslim olursa mahvolacağını sezdiği için onu aşmaya çalışıyor.
Ölüm, canlının biyolojik ve psikolojik orijinalliğini kaybetmesidir. İnsan için en önemli problem, orijinal varlığının tehdit edilmesidir. İnsanın zeki organizması, orijinal yaşama çabasını bıraksa ve maddenin öğütücü dişlileri arasına terk edilse fizik ve kimya kanunlarının boyunduruğuna girerek tamamen maddîleşir, yani ölür.
Genel Değerlendirme
Arvasi, insanı anlamak için önce maden–bitki–hayvan–insan hiyerarşisini kurar. Bu basamaklarda asıl mesele, her varlığın intibak (uyum) problemiyle karşı karşıya oluşudur. Mineral âlemi katı ve sabitken, bitkide uyum çabası başlar, hayvanda çoğalır, insanda ise en şiddetli hâlini alır. Burada Arvasi, insanın en yüksek varlık olmasının aynı zamanda en çok intibaksız olan varlık olmasını içerdiğini vurgular. Bu, Scheler’in “insan eksik varlık” fikrine paralel bir gözlemdir; ama Arvasi bunu ruhi bir bağlama oturtur. Ona göre her varlık, yalnızca terkibini değil, kendi tipik orijinal yapısını korumak için savaşır. Ölüm, maddi varlığın yokluğu değil, asıl olarak bu orijinallik ve mânânın yok olmasıdır. Bu noktada Arvasi, insan “ben”ini biyolojik veya psikolojik indirgemelerden ayırır; onu ruhi orijinallik olarak tanımlar. Bu da antropolojisini ontolojik ve metafizik bir antropoloji yapar.
Arvasi'nin zekâ ile akıl arasında yaptığı ayrım da önemlidir. Zekâ, hayatı savunma, orijinalliği koruma, tehlikelere karşı iç enerji olarak anlatılır, akıl ise zekânın eşyaya intibak edip mekanikleşmiş, objektifleşmiş tarafı. Bu ayrım sayesinde, sanat, estetik ve hürriyet gibi alanları zekânın isyanı olarak yorumlar. İnsan, aklın determinist zincirlerini kırmaya çalıştığında sanat ve hürriyet ortaya çıkar.
Arvasi, insanda derin bir eksiklik duygusu olduğunu vurgular. Basit canlılar doğuştan tamamdır; insanda ise ihtiyaçlar uzaktan ve dolaylı karşılanır, bu yüzden insan hep eksikliğini hisseder. Bu eksiklik, insanı sürekli öğrenmeye, bilgilenmeye, kültür ve teknik inşa etmeye, en nihayetinde Mutlak Fikir’i aramaya sevk eden dinamik bir güçtür.
Arvasi’nin bütün antropoloji denemesi şu temel ilkeye bağlanır: İnsanı, eşya, bitki veya hayvan derekesine indirgememek. Çünkü insan, sadece biyolojik bir varlık değil; estetik, şuur, ruhi ceht, hakikat iştiyakı ile Mutlak’a yönelmiş bir varlıktır. Onun haysiyeti bu orijinalliğin korunmasındadır.
Ahmet Arvasi’nin antropoloji denemesi, Batı’daki felsefî antropoloji çizgisini aşarak, İslâmî dünya görüşü zemininde yepyeni bir yönelim sunar. İnsan burada, “eksik varlık” olarak değil, eksikliği sayesinde Mutlak’a yönelmiş varlık olarak anlaşılır.
Bir sonraki yazımız, burada giriş yaptığımız "insanın uyumsuzluğu" problemini konu alacak.