Cinsiyet Tartışmalarının Tarihi: Antik Yunan'dan Queer Teoriye
- Reha Kansu
- 19 Ağu
- 5 dakikada okunur

Cinsiyet teorilerinin tarihi, "biyolojik determinizm" ile "toplumsal inşa" teorileri arasındaki gerilimin tarihidir. Antikçağ felsefesinden modern feminist düşünceye, psikanalizden queer teoriye kadar geniş bir spektrumda şekillenmiştir. Bu makalede, cinsiyet teorilerinin tarihî gelişimi ana hatlarıyla izlenerek temel kırılma noktaları açıklanacaktır.
Genel Bir Özet
Platon, biyolojik ve fizyolojik farklılıkları gerekçe göstererek, kültürel pratikler bakımından erkek ve kadın arasındaki hiyerarşik rol ayrımlarını savunmakla birlikte, iki cinsiyeti de aynı ontolojik zemine oturtmuştur. Daha sonra psikanalist Erich Fromm, kadını "erkeğin kötürüm (hadım) kalmışı" olarak anlayan Freud ile Platon'u karşılaştıracak; erkek ve kadının "bir bütünden ayrılan ve birbirini tamamlayan iki yarım" olduğu şeklindeki Platoncu görüşü daha eşitlikçi bulacaktır. Platon'un bu görüşü, erkek ve kadının yeniden birleşme temayülüyle donatılmış bir kutuplaşma oluşturduğunu vurgular. Bu görüş, daha sonra Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'nde ve psikanalist C. G. Jung'ta farklı biçimlerde yeniden dile gelecektir.
Aristo, form ve madde görüşünü, erkek ve kadın cinslerine de tatbik etmiş ve erkeğin "form", kadının "madde" olduğu metafizik bir ayrım ortaya koymuştur. Aristo'nun yaptığı ayrım, Ortaçağ Hıristiyan dünyası tarafından miras alınmış; ve kadın cinsinin "bedenin" temsilcisi olduğu şeklinde anlaşılarak, teolojik "aslî günah" doktrini doğrultusunda hem menfi hem de kaderci bir bakış açısıyla yorumlanmıştır. Hıristiyanlık, bir şeriatı olmadığı için ölçüsüz biçimde, insanın etini her türlü kötülüğün kaynağı olarak aşağılamıştır ve Kilise tarafından, erkeğin nefsini temsil eden her şey (kadın ve tüm dünya ilgileri) buna bağlı olarak kötülenmiş ve ruhun sıhhatli bir biçimde kendini tamamlaması engellenmiştir.
Burada Batı düşüncesindeki yaklaşımlardan ayrı olarak, kadın ve erkeğin aynı “nefisten” yaratıldığını bildiren İslâm'ın ölçülendirmelerinden de söz edelim. Muhyiddin-i Arabi Hazretleri, Adem ve Havva'nın yaratılış kıssasını yorumlayarak, Platon'dakine benzer bir görüş ortaya koymuştur. O bu kıssayı, erkeğin de kadın karşısında eksiklik içinde olduğu ve kendi eksik yönünü tamamlama çabası içinde kadına meylettiği şeklinde açıklar. Eril-dişil ayrımına dayalı çift kutupluluğun kainatı kapsayan bir anlamı bulunduğunu dile getirir. Neticede Batı’da kadını "şeytani varlık" veya “eksik erkek” şeklinde yorumlayan anlayışlara karşılık, İslâm'da erkek-kadın ayrımı, potansiyel “tamamlayıcı kutuplar” olarak görülmüştür.
Erkek ve kadının geleneksel rollerini yansıtan edebi eserleri bir yana bırakırsak, Batı düşüncesinde kadınların eğitim ve vatandaşlık haklarıyla ilgili ilk tartışmalar, Fransız Devrimi'nden sonra Mary Wollstonecraft isimli bir kadın yazarın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792) adlı eseriyle ortaya çıkmıştır. Modern feminizmin öncüsü kabul edilen Wollstonecraft, eserinde, kadınların da erkekler gibi insan olduğunu kanıtlamaya çalışır ve Batı'da kadınlara karşı süregelen sosyal baskı ve ayrımcılığı eleştirir. Wollstonecraft, kadınların süs, güzellik ve cazibeye dayalı “sahte değerlerle” değerlendirilmesine karşı çıkar ve kadınlardan fazilete dayalı bir ahlâk talep edilmesi gerektiğini savunur.
19. yüzyıl, pozitivizm ve Darwinci teori doğrultusunda, erkek ve kadın cinsiyetlerini biyolojik determinist görüşlerle açıklamıştır. Bugün feminist teoride sıkça eleştirilen söz konusu biyolojik indirgemeci görüşler, Charles Darwin'in İnsanın Türeyişi (1871) eserindeki "cinsel seçilim" teorisine dayanır. Darwin, erkeklerin hayvanlar aleminde “daha gösterişli, güçlü ve rekabetçi” olduklarını; dişilerin ise “seçici” olduklarını söyler. İnsanlara da bu bakışı uygular. Darwin burada aynı zamanda erkek beyninin daha gelişmiş olduğunu iddia etmiştir. Genel olarak 19. yüzyıl Batı biliminde, kadınların beyin hacminin erkeklerden küçük olması, onların aklen daha zayıf olduğu şeklinde yorumlanmış ve tıpkı Darwinci teorinin ırkçılığa dayanak yapılması gibi, bu da "bilimsel bir gerçek" olarak evrimci biyolojiye dayandırılmıştır.
20. yüzyıl başında Sigmund Freud, cinsiyet kimliğini biyolojik cinsiyet (erkek/kadın organları) üzerinden başlatsa da sonuç olarak cinsiyetin sadece biyolojiyle açıklanamayacağını göstermiştir. Onun psikanalitik yaklaşımı, Darwinci biyolojik determinizmden farklı türde mekanik bir indirgemeciliiği temsil eder. Freud'a göre “penis kıskançlığı” kadın kimliğinin gelişiminde kritik bir unsurdur. Kız çocuk, penisi olmadığını fark edince kendini eksik görür, bu da kadın kimliğinin temel psikodinamiği hâline gelir. Bu görüşler, erkek-merkezci olmakla eleştirilse de, Freud sadece biyolojiyle kalmaz; cinsiyet kimliğini bir gelişim süreci olarak kurar. Cinsiyet kimliğinin, bilinçdışı süreçlerle, çocukluk deneyimleriyle ve aile içi rollerle şekillendiğini açıklar. Dolayısıyla psikanaliz, cinsiyeti kültür ve ruhiyat alanına taşıyarak yeni bir perspektif açmış; psikoseksüel gelişim ve onun sosyal dinamiklerinden söz ederek, modern "cinsel kimlik" tartışmalarında kullanılan ve 80'lerden sonra ortaya çıkacak olan "sex / gender" ayrımının öncüsü olmuştur.
Psikanaliz yolu bir kez açıldıktan sonra, cinsiyet tartışmaları daha ayakları yere basan bir hal almıştır. Jacques Lacan, Freud'un teorisindeki biyolojik unsurların psikoseksüel gelişimde rol oynayan sembolik mahiyetini açıklamıştır. Lacan, Freud’un kavramlarını yeniden yorumlamış ve “biyoloji değil, dil ve kültür belirler” demiştir. Ona göre insan, dünyaya geldiğinde sadece biyolojik bir varlık değildir; aynı zamanda dilin ve kültürün içine doğar. Cinsiyet de bu dil ve kültür tarafından şekillendirilir. Mesela ona göre “fallus”, sadece biyolojik bir organ değil, iktidar ve arzu düzenine işaret eden bir semboldür. Bu, içinde bulunulan kültürün atadığı pozisyonlar halinde her iki cinse de yer göstermesiyle ilgili bir ayrımdır. Kısaca, “erkek” olmak, kültürel olarak iktidarın merkezinde tanımlanmaktır; "kadın” olmak ise fallusla özdeşleşmemek, yani kültürel olarak “öteki” konumunda bulunmaktır. Kadın ve erkek, birer öz değil; toplumsal–sembolik birer pozisyondur. Bu, cinsiyetin kültürel inşasına dair derin bir teorik katkıdır ve bu görüş, Judith Butler gibi teorisyenlere zemin hazırlamıştır. Butler, cinsiyetin performatif (sürekli oynanan bir rol) olduğunu söylerken doğrudan Lacan’dan etkilenmiştir. (Geleceğiz.)
Asıl büyük kırılma, Simone de Beauvoir'ın İkinci Cins (1949) eseriyle gelmiştir. Beauvoir, eserinde Freud’u hem eleştirir hem de ondan hareket eder. Freud’un “penis kıskançlığı” kavramını reddeder; kadın kimliğinin “eksiklik” üzerinden tanımlanmasına karşı çıkar. Ancak Freud’un gösterdiği şeyden, yani cinsiyet kimliğinin psikolojik ve sosyal süreçlerle oluştuğu fikrinden ilham alır. De Beauvoir, varoluşçuluğu cinsiyet meselesine uyarlayarak, kadının “öteki” konumuna itilişini eleştirir. Ve şu formülü ortaya koyar: “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” Bununla demek istediği şudur: “Kadınlık” biyolojik bir kader değildir; sosyal roller, kültür, eğitim ve ideolojiyle inşa edilir." Ona göre kadın, kendi özünü özgür seçimleriyle kurabilecek kapasitededir; ancak patriyarka onu edilgenliğe mahkûm etmektedir. Kısacası, "kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü, cinsiyet kimliğinin biyolojik bir zorunluluk olmadığını, sosyal yapı ve ahlakî roller aracılığıyla kurulduğunu özetler. Daha geniş ifade etmek gerekirse, Freud’un bilinçdışı ve aile içi roller vurgusu, Beauvoir’da sosyal yapı ve kültürel kodlara dönüşmüştür.
1960-80'lerde yükselen ikinci dalga feminizm, cinsiyetin toplum tarafından inşa edilen kimlik boyutunu daha da ön plana çıkarmış, cinsiyet rollerini iyiden iyiye tartışmaya açarak meseleyi doğrudan politikleştirmiştir. Bu süreçte, kürtaj ve doğum kontrolü gibi konular, "patriyarkanın kadın bedeni üzerinde kontrolü" olarak damgalanmıştır.
20. yüzyıl sonlarına doğru cinsiyet tartışmaları, postmodernizmden etkilenen feminist teoriler tarafından alevlendirilmiş ve sabit "özcülük"ler daha yüksek bir sesle reddedilmiştir. Foucault, Cinselliğin Tarihi (1976) ile, cinselliğin doğal bir biyolojik alan değil, modern toplumda bilgi-iktidar ilişkileriyle üretilmiş bir söylem olduğunu ortaya atar. Judith Butler, Cinsiyet Belası (1990) ile, biyolojik cinsiyetin reddine giden yolu açar. Ona göre “erkeklik” ve “kadınlık”, toplumun beklentilerine göre oynanan rollerden ibarettir ve sadece toplumsal cinsiyet değil, biyolojik cinsiyet de kültürel söylemler tarafından kurulmuştur. Cinsiyet, sabit bir öz değil, tekrar eden performanslarla sürekli yeniden üretilen bir kimliktir.
21. yüzyıl ve postmodernizmin etkisini daha da derinleştiren queer teori... İngilizcede uzun süre “tuhaf, sapkın” anlamında küfür gibi kullanılan "queer" kelimesi, 1980’lerde ABD’de LGBT aktivizmi içinde sahiplenilmiştir ve politik bir kimlik işareti hâline gelmiştir. ("We’re here, we’re queer, get used to it!" = “Biz buradayız, sapkınız, buna alışın!”). Queer teori, ikinci dalga feminizmin argümanlarını yetersiz bulur ve özcülükle (essentialist) eleştirir. Özetle, cinsiyet ve cinsellik kategorilerinin doğal, sabit birer öz olmadığını; aksine tarih, kültür ve dil yoluyla kurulduğunu savunan bir yaklaşımdır. Tamamen "akışkan ve geçişken" cinsiyet kimliklerini savunur. Çünkü teoriye göre, heteroseksüellik sadece birer normdan ibarettir; bu normu üreten ve bu kabulleri içeren kültür ise, "heteronormatif yapı" kavramıyla işaretlenir. Erkeklik, kadınlık, bunlar arasındaki ayrımlar ve çeşitli tonlarıyla farklı cinsiyet kimlikleri, hepsi heteronormatif toplum tarafından inşa edilmiştir.
1990’lardan itibaren queer teori kültürel çalışmalar, edebiyat, sosyoloji, felsefe ve hukuk alanlarında yayılmış, "kimlik karşıtı" politikalarla işbirliği içine girmiş, akademide de kurumlaşmıştır.