top of page

Platon'un Epistemolojisi: Bilgi Hatırlamadır

platon epistemoloji menon paradoksu anamnesis teorisi

Giriş

Felsefe tarihi boyunca en çok tartışılan sorulardan biri, bilginin kaynağıdır. "İnsan hakikati nasıl bilir?" Bilgi, duyulardan mı gelir, yoksa aklın doğasında mı saklıdır? Sofistlerin “insan (kişi) her şeyin ölçüsüdür” diyen izafiyeci yaklaşımı, bilginin şahsî algılara ve kanaatlere bağlı olduğunu savunurken; Sokrates, bu anlayışa karşı çıkarak bütüncül tanımların peşine düşmüştür. Sofistlerin izafiyeci (rölativist) bilgi anlayışı ile Sokrates’in herkesi bağlayan genelgeçer tanımlar arayışı arasındaki bu gerilim, Platon’un düşüncesinde sistematik bir kırılma yaratır. Platon, hocası Sokrates’in açtığı yolda ilerler, fakat onun sorularını yalnızca ahlâkî bir çerçevede bırakmaz, metafizik ve epistemolojik bir sisteme dönüştürür. Bu soruları çok daha sistematik bir çerçeveye oturtarak yeni bir felsefî paradigma kurar. Bu dönüşümün merkezinde yer alan ilke, menon paradoksunun neticesinde varılan, “bilgi hatırlamadır” (mathesis estin anamnesis) tezidir. Platon'un Menon, Phaidon ve Phaidros diyaloglarında işlediği anamnesis (hatırlama) teorisine göre öğrenme, yeni bir şey elde etmek değil, ruhun zaten sahip olduğu ama bedenle birlikte unuttuğu bilgiyi yeniden hatırlamasıdır. İnsan ruhu, doğmadan önce idealar dünyasında hakikati görmüştür; fakat doğumla birlikte bu bilgiyi yitirir (lethe). Felsefî çaba, unutuştan kurtuluş, yani anamnesistir.


Bu yazıda, Platon’un “bilgi hatırlamadır” tezini hem kendi diyalogları üzerinden hem de modern yorumların ışığında ele alacağız. Özellikle Menon ve Phaidon’daki anamnesis kuramı, Devlet’teki çizgi analojisi ve mağara alegorisi, Timaios’taki Demiurgos tasviri üzerinden Platon’un epistemoloji–ontoloji bütünlüğünü inceleyeceğiz.


Anamnesis Teorisi

  1. Menon’da İlk Formülasyon

Platon’un anamnesis teorisi ilk olarak Menon diyaloğunda belirginleşir. Menon'un itirazından doğan paradoksu daha önce şurada izah etmiştik. Kısaca: "Bilmediğimiz bir şeyi arayamayız, bildiğimiz bir şeyi de aramaya gerek yoktur. Öyleyse öğrenme imkânsızdır."


Burada Sokrates, geometri bilmeyen bir köleye yalnızca sorular sorarak bir geometrik problemi çözdürür. Köle, geometri öğrenmemiştir; fakat doğru cevaba ulaşır. Bu keşif, insanın bilgiyi dışarıdan edinmediğini, ruhunun zaten bildiğini, fakat unuttuğunu kanıtlar. Sokrates Menon paradoksunu böyle çözer ve “öğrenme aslında hatırlamadan başka bir şey değildir” der.


  1. Phaidon’da Ruhun Ölümsüzlüğü Bağlamında

Phaidon’da anamnesis, ruhun ölümsüzlüğünü temellendirmek için kullanılır. Diyalogda Sokrates, ölümü korkusuzca karşılamaktadır; çünkü ruhun doğmadan önce var olduğunu ve hakikati bildiğini savunur. Burada temel örnek “eşitlik ideası”dır (auto to ison). Bir tahtanın başka bir tahtaya eşit olduğunu gördüğümüzde, yalnızca bu tahtaları değil, eşitliğin kendisini düşünürüz. Bu bilgi, duyulardan gelmez; doğumdan önce edinilmiştir.


Sokrates’in argümanı şöyle özetlenebilir: Eşitlik ideasını biliyoruz. Bu bilgi duyulardan edinilemez. O hâlde bu bilgiyi doğmadan önce edinmiş olmalıyız. Doğumla birlikte unuttuk (lethe). Öğrenmek, bu bilgiyi yeniden hatırlamaktır (anamnesis). Bu argüman, epistemoloji ile ontolojiyi birleştirir: hakikatin bilgisi, ancak ideaların hatırlanmasıyla mümkündür.


  1. İdealar Teorisi ve Ontolojik Temel

Anamnesis teorisi, idealar teorisiyle iç içedir. Çünkü hatırlanan şeyler, tek tek nesneler değil, ideaların kendisidir.


Platon’un idealizmine göre, duyulur dünya değişkendir, gölgeler ve kopyalardan ibarettir. Asıl gerçeklik, idealar dünyasındadır. Tek tek insanlar ölümlüdür, ama “insanlık ideası” ebedîdir. Bireylerin adalet anlayışları göreli ve değişken olabilir, ama “adalet ideası” küllî ve zorunludur.  Bu nedenle Platon, Sofistlerin göreli bilgi anlayışına karşı çıkar ve hakikati idealar dünyasına yerleştirir. Timaios’ta Demiurgos’un evreni ideaları model alarak düzenlemesi, bu metafiziğin kozmolojik boyutunu gösterir: madde kendi başına biçim kazanamaz; ideaların örneğiyle biçimlenir. Dolayısıyla idealar yalnızca düşüncede değil, varlığın özünde mevcuttur. Bu yüzden epistemoloji ile ontoloji birleşir: hakikati bilmek, varlığın özünü hatırlamaktır.


  1. Alegoriler: Çizgi ve Mağara

Platon’un düşüncesini somutlaştıran iki büyük alegori vardır: Çizgi benzetmesi ve mağara alegorisi.


Çizgi Benzetmesi: Platon, görünenler dünyası ile düşünülenler dünyasını tek bir dikey çizgi üzerinde tasvir eder. Çizgi iki ana parçaya ayrılır: altta “görünür” alan (to horaton), üstte “düşünülebilir” alan (to noēton). Sonra her bir parça tekrar ikiye bölünür; böylece toplam dört kesit ortaya çıkar. Her kesit, hem belirli bir varlık türünü (nesneleri) hem de ona karşılık düşen bir zihin tavrını temsil eder. Platon’un maksadı, “ne tür nesneleri temaşa ediyorsak zihnimizin de o türde bir bilme tavrına yerleştiğini” göstermektir.


Çizginin en alt dilimi, gölgeler, yansımalar, resimler, heykeller ve genel olarak imajlar alanıdır. Platon buna eikasia (tasavvur) der; zihnin, asılların değil, asılların görüntülerine tutunması. Buradaki “bilme” aslında bilmezliğin bir türüdür; çünkü imaj, varlığın kendisi değil, onun zayıf ve soluk izidir. Gördüğümüz, bir su veya aynadaki yansıma kadar kırılgan ve yanıltıcıdır. Onun bir üst dilimi, doğal şeyler (hayvanlar, bitkiler, yapılmış nesneler) ve tek tek bireylerdir. Bu kesitte zihin durumumuz pistis'tir (inanç, kanaat). Artık “gölge” değil, nesnenin kendisine bakıyoruz; ama yine de hâlâ görme ve algıya bağımlıyız. Bu yüzden bilgi güçlü bir kanaat seviyesini geçemiyor. Doğrudanlık var, fakat zorunluluk yok.


Platon, kesitlerin uzunluklarını, onların açıklık (saphēneia) ve hakikat derecesiyle orantılı sayar. En altta açıklık en düşüktür (imge), üstüne çıkınca artar (nesne). Ama gerçek sıçrama, çizginin üst yarısına—düşünülebilir alana—geçince olur; çünkü burada göz değil, nous (akıl) görür.


Üst kısmın alt dilimi, matematiğin alanıdır: sayılar, doğrular, düzlemler, oranlar... Zihnin tavrı dianoiadır (akıl yürütme). Matematikçi hâlâ şekillerden (çizimler, harfler) yararlanır, yani bir tür “imge” kullanır; ama dikkat ettiği şey duyulur çizgi değil, idealleştirilmiş üçgendir. Burada bilgi genel ve zorunlu bir yapı kazanır; yine de düşünme, “faraziyeler” (hypotheseis) üstüne kuruludur. Platon’a göre matematik, başlangıç ilkelerini sorgulamadan kabul eder (mesela “paraleller kesişmez”). Bu, dianoia’nın gücüdür ama aynı zamanda sınırıdır. Zihin, varlığın nihaî “niçin”ine değil, “nasıl”ına yönelir. Bu yüzden dianoia, görünenler alanından kopmuş olsa da hâlâ hipotezlere bağlı bir düşünmedir.


Çizginin tepesinde noesis vardır: ideaların doğrudan bilgisi. Burada düşünme, hipotezlere yaslanmaz; tersine onları geriye doğru temellendirir ve hipotezsiz ilk ilkeye kadar yükselir. Bu yükselişin yöntemi diyalektiktir: kavramları çözümleyip daha kapsayıcı ilkelere çıkar, sonra yeniden aşağı inerek bütün alanları o en yüksek ilkeye bağlar. Bu ilke Platon’da İyi ideasıdır. Bunu güneş sembolize eder. Yani İyi (to agathon), noetik tepenin “güneşi”dir. Platon, İyi’yi bilginin ve varlığın kaynağı diye niteler. Nasıl ki Güneş görmeyi ve canlılığı mümkün kılıyorsa, İyi de bilmenin ve varlığın imkânıdır. İyi bilinmedikçe, başka hiçbir ideanın yerli yerince kavranması tamamlanmış sayılmaz—çünkü onları aydınlatan ilk ölçü İyi’dir.


Mağara alegorisi ise bir mağaranın içinde zincire vurulmuş insanların duvardaki gölgeleri gerçek sandığını anlatan bir meseldir. Platon, hayali bir mağaranın içinde zincirlenmiş insanları tasvir eder. Bu insanlar çocukluklarından beri burada yaşamaktadır. Ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincirlenmişlerdir; başlarını çeviremez, yalnızca karşılarındaki duvarı görebilirler. Arkalarında bir ateş yanmakta, ateşle mahkûmlar arasında bir yol ve bu yol boyunca taşınan objeler vardır. Objelerin gölgeleri, ateş ışığı sayesinde mağaranın duvarına düşmektedir. Mahkûmlar, yalnızca bu gölgeleri görür ve onları gerçek sanırlar. Bu sahne, çizgi benzetmesinin en alt kesiti olan eikasiaya karşılık gelir: gölgeler ve yansımaların bilgisi. Mahkûmlar için “gerçeklik”, aslında yalnızca gölgelerden ibarettir. Ontolojik açıdan, bu düzeyde varlık en az; epistemolojik açıdan, bilgi derecesi en düşüktür. İnsanlar gündelik hayatta, duyularına takılıp kalmış, “görüntüleri gerçek” zanneden varlıklar gibi, burada gölgelere mahkûm edilmişlerdir.


Bir mahkûm zincirlerinden çözülür. Başını çevirmeye, ateşi ve objeleri görmeye başlar. Başlangıçta gözleri kamaşır, canı yanar, gördüklerini yadırgar. Çünkü alıştığı tek şey gölgelerdi; şimdi gölgelerin kaynağını, ateşi ve objeleri fark eder. Bu aşama, çizgideki pistis (inanç) düzeyine karşılık gelir: tekil nesnelerin bilgisi. Artık gölgelerden daha sağlam bir gerçeklik görülür; ama bu yine de hâlâ mağaranın içindedir, hakikatin tam kendisi değildir.


Serbest bırakılan mahkûm mağaradan yukarıya, dışarıya sürüklenir. Yükseliş acı vericidir; gözleri kamaşır, adım adım alışması gerekir. Önce gölgeleri, sonra sudaki yansımaları, sonra tek tek nesneleri, yıldızları, ayı ve en sonunda güneşi görebilir. Bu aşamalar, çizgi benzetmesindeki dianoiadan (matematik ve hipotetik düşünme) noesise (ideaların saf bilgisi) geçişe karşılık gelir. Hakikat yolculuğu kolay değildir; ruh acı çeker, direnç gösterir, ama sonunda gözleri hakikate alışır. Güneş, mağaradaki bütün gölgelerin, yansımaların ve nesnelerin gerçek kaynağıdır. Platon burada güneşi İyi ideası ile özdeşleştirir. Nasıl ki güneş görünen dünyada görmeyi ve yaşamı mümkün kılıyorsa, İyi ideası da bilginin ve varlığın temel ilkesidir. Bu noktada insan, yalnızca tek tek ideaları değil, onların kaynağını da kavramış olur. Bu, bilginin zirvesi, saf noesis’tir.


Platon iki anlatımı birlikte düşünmemizi ister. İkisi birlikte, Platon’un epistemoloji–ontoloji bütünlüğünü somutlaştırır. Güneş benzetmesi, İyi’nin bilme ile varlığa nasıl ışık verdiğini gösterir. Çizgi, bilme tavırlarını ve onlara karşılık gelen nesneleri sistematik şekilde sınıflandırır. Mağara, ruhun tekâmülünü dramatize eder: gölgelerden (eikasia) nesnelere (pistis), oradan matematiğe (dianoia) ve dışarıdaki güneşe—İyi’ye (noesis) yükseliş.


Mağaradan çıkan filozofun geri dönmesi, çizgide en üste çıkanın aşağıyı aydınlatma ödevidir. Noesis’in bilgisi “ferdî aydınlanma” için değil, polis’in (kentin) düzeni ve eğitim içindir. Ölçü şudur: İyi’ye göre görmek ve göstermek. Mağara alegorisi bu anlamda Platon’un siyaset felsefesine de temel sağlar. Mağaradan çıkan, hakikati gören ve İyi ideasına ulaşan kişi, en iyi yönetici adayıdır. Çünkü yalnızca o, gölgelerle yetinmez; hakikatin ölçüsüne göre hareket eder. Devlet’in ünlü tezi olan “filozoflar kral olmalı” düşüncesi, bu alegorinin politik sonucudur.


Sonuç

Platon’un “bilgi hatırlamadır” tezi, felsefe tarihinin dönüm noktalarından biridir. Bu tez, yalnızca epistemolojik değil, aynı zamanda ontolojik bir iddiadır. Çünkü hatırlamanın konusu, şahsî tecrübeler değil, ideaların kendisidir. Phaidon’daki kanıtlar, ruhun ölümsüzlüğünü temellendirirken, aynı zamanda bilginin kaynağını açığa çıkarır. Öğrenmek, doğum öncesi görülen hakikati yeniden hatırlamaktır. Bu süreç, dianoetik düzeyden noetik düzeye, yani kanaatten hakikate, zandan episteme’ye yükseliştir.


Platon’un düşüncesi, böylece, insan zihnini yalnızca bir algı organı değil, hakikati temaşa eden bir varlık olarak konumlandırır. Filozofun görevi, zincirlerini kırıp güneşe ulaşmak, yani ideaların bilgisini hatırlamaktır. Bilgi, hatırlamadır; hatırlamanın nesnesi ise ebedî ve değişmez olan ideaların kendisidir.

"Eski usullerle İslam’ın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî imanı kalmadı.

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol sonsuz sayıdadır.

Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro; sonsuz…

Bunlar arasından bir yol bulup o yolun dervişi olmaya bakın!"​​

Salih Mirzabeyoğlu

bottom of page