Kierkegaard'ın Felsefi Antropolojisi
- Reha Kansu
- 3 gün önce
- 4 dakikada okunur

Egzistansiyalizmin Mahiyeti
Egzistansiyalizm, 20. yüzyılda kendini gösteren ve felsefi bir kanaatten ziyade bir felsefi tavır olan bir düşünce biçimidir. Onu “bir moda akımı” olarak görenler olsa da, özünde felsefeyi doğuş noktasında ele alma girişimi vardır. Bu, geleneksel felsefenin soyut sınıflandırmalarla kaybolmasına karşı bir tepkiyi temsil eder. Hakikat, dışarıda, objektif bir bilgi olarak bulunmaz. Hakikat, benim için vardır; yaşanır, var olunur. Bu yüzden hakikat bir bilgi değil, bir varoluş tarzıdır. Bu bakımdan “fert” (Enkelte) kategorisi merkezîdir. İnsan, mücerret “insanlık” değil, tek tek fertler halinde var olur.
Kierkegaard: Sonluluk ve Sonsuzluk Arasında "Eksik Varlık" Olarak İnsan
Egzistansiyalizmin kurucu babası, "Danimarkalı Sokrates" olarak anılan Kierkegaard’ın bütün felsefi teşebbüsü, modern insanın kendi varoluşuna dair duyduğu eksiklik bilincinden doğmuştur. Onun eserlerinde sık sık karşılaştığımız “kaygı”, “ıstırap”, “ölüm”, “iman” ve “karar” gibi temalar, aslında tek bir hakikatin farklı yüzleridir: insanın eksik bir varlık oluşu.
Søren Kierkegaard’ın felsefesi, insanı “tamamlanmamış”, yani eksik bir varlık olarak tanımlar. İnsan, kendini kurması gereken bir projedir. Doğduğu anda tamamlanmış değildir; ne olduğunu bilmez, kim olduğunu bulmak zorundadır. Kierkegaard’a göre insan, “henüz olmayan” bir benliği gerçekleştirmekle yükümlüdür. Bu yüzden onun felsefesi özünde bir kendilik meselesidir: Kendi olmak, ama ne olduğunu bilmeden; olanağın boşluğunda yol arayarak. İnsanın kendine yetmemesi, hep ötesine yönelmesi, içinde daima bir çatışma ve gerilim taşıması, Kierkegaard’ın felsefi antropolojisinin merkezinde yer alır.
Kierkegaard, insanı “sonlu ile sonsuzun, zamanla ebediyetin sentezi” olarak tanımlar. Ama bu sentez, doğuştan verilmiş bir uyum değildir. Aksine, insan bu iki kutup arasında sürekli bir gerilim yaşar. Sonsuz arzulara sahiptir, ancak sonlulukla sınırlanmıştır. Ebedi olmak ister, ama zamanın içinde bir bedende yaşar. İşte bu çatışma, varlığın eksikliğidir. İnsan, bu iki ucu kendi içinde bir araya getiremez, daha doğrusu dengesini bulamazsa, dağılır. Bu dağılma hali, Kierkegaard’ın “umutsuzluk” kavramıyla açıklanır. Kierkegaard, insanın kendi olmak istememesi ya da olamamasından doğan umutsuzluk halini de “ölümcül hastalık” olarak tanımlar. Fert, ya kendi olmadığını bilir ve bundan kaçar (örneğin başkalarının beklentilerine göre yaşar), ya da kendi sandığı şeyi Tanrı’nın önünde sınamaz. Eksik varlık, bu anlamda sadece tamamlanmamış değil, aynı zamanda kendine yabancılaşmış varlıktır.
Eksik varlık olmanın Kierkegaard’daki en somut belirtisi kaygıdır. İnsan özgürdür ama bu özgürlük onu hemen mutlu etmez. Aksine, sınırsız olasılıkların karşısında yönsüz kalır. Kierkegaard’ın ifadesiyle, “kaygı, özgürlüğün olanağı karşısında baş dönmesidir.” İnsan, ne olacağına karar vermek zorundadır ama ne olacağını bilmeden karar vermelidir. Bu karanlık, bu bilinmezlik, eksikliğin en çıplak halidir. Eksik varlık olmak, hem hiçbir şey olmamak hem de her şey olabilme ihtimaliyle baş başa kalmaktır.
Kaygının Mahiyeti
Kierkegaard’a göre kaygı, korkudan farklıdır. Korkunun somut bir nesnesi vardır: insan belirli bir şeyden, bir tehlikeden korkar. Kaygı ise nesnesizdir, kendinde bir korkudur. Kaygı, insanın “imkânlar varlığı” olmasından doğar: çünkü insan, yalnızca olduğu şey değil, olabileceği şeylerle de yüzleşir. Kaygı, işte bu imkânların sonsuzluğuna açılan kapıdır. İnsan, kendi önünde sınırsız imkânların açıldığını görür; fakat aynı anda, bu imkânların hiçbirini bütünüyle gerçekleştiremeyeceğinin farkına varır. İşte bu farkındalık, onun eksikliğini açığa çıkarır. Kaygı, insanın “tamamlanmamış bir varlık” olduğunu hatırlatan bir iç sarsıntıdır. Kierkegaard’da insan, hiçbir zaman tamamlanmış bir varlık değildir; o daima bir “oluş” içindedir. Var olmak, oluş halinde bulunmak demektir. İnsan kendi varlığını kararlarla kurar, fakat hiçbir karar onu mutlak bir bütünlüğe ulaştıramaz.
Bu noktada “eksik varlık” anlayışı ortaya çıkar. İnsan, kendi içinde taşıdığı imkânları gerçekleştirmek ister, ama daima eksik kalır. Kierkegaard’ın ifadesiyle insan, “var olan fakat daima var olması gereken bir varlıktır.” Bu ontolojik eksiklik, onu hem kaygıya hem de imana açık hale getirir. Çünkü eksiklik bilinci olmadan, ne kaygı doğar ne de iman ihtiyacı belirir.
Kaygı ile Hürriyet İlişkisi
Kierkegaard, kaygıyı sadece olumsuz bir duygu olarak görmez; aksine kaygı, insanın hürriyetinin şartıdır. İnsan, önündeki imkânların sonsuzluğunu kaygı aracılığıyla fark eder. Bu fark ediş, aynı zamanda seçim yapma zorunluluğunu doğurur. İnsan seçim yaptıkça varlığını kurar; fakat her seçim aynı zamanda başka imkânların kaybı demektir. Bu yüzden seçim, kaygıyı hiç bitmeyen bir şekilde yeniden üretir. İnsan bir yandan hürdür, çünkü imkânlarının farkındadır; ama aynı zamanda eksiktir, çünkü bütün imkânları gerçekleştiremez.
Kaygının en yoğun biçimde belirdiği sınır durumlardan biri ölümdür. Ölüm, insanın bütün imkânlarını nihai olarak sınırlayan, ama aynı zamanda her imkânı sonsuz ciddiyetle anlamlı kılan bir hakikattir. Objektif düşünce, ölümü genel ve evrensel bir olay gibi kavrar; fakat sübjektif düşünce için ölüm, ferdin kendi varlığını dönüştüren şahsî bir tecrübedir. Her an gelebilecek bu kesin imkân, insanın kararlarını ölçülemez derecede değerli kılar. Ölüm bilinci, insanın eksikliğini en çıplak haliyle ortaya koyar: o, kendi hayatının efendisi değildir.
Kierkegaard’da kaygının doğal sonucu, ıstırap ve günah bilincidir. Kaygı, insanın kendi yetersizliğini duyurur; ıstırap ise bu yetersizliğin hissî ağırlığıdır. Günah bilinci, insanın Tanrı karşısında kendi eksikliğini tanımasıyla doğar.
Bu noktada iman, eksikliğin aşılması değil, kabullenilmesidir. İman, insanın kendi eksik varoluşunu Tanrı’ya teslim ederek anlam kazanmasıdır. İman olmadan, insan eksikliğiyle baş başa kalır ve yokluk uçurumuna sürüklenir.
Kierkegaard’ın kaygı kavramı, daha sonra Heidegger ve Sartre tarafından farklı yönlerden geliştirilmiştir: Heidegger, kaygıyı insan varlığının temel ruh hali olarak yorumlar; kaygı, varoluşun yoklukla yüzleşmesi ve sınırlılığının farkına varmasıdır. Sartre, kaygıyı insanın özgürlüğüyle bağlar: insan, mutlak hürriyeti karşısında kaygı duyar; çünkü yaptığı her seçimle kendi varlığını kurmak zorundadır. Fakat bu iki yaklaşımda da, Kierkegaard’ın “iman” vurgusu büyük ölçüde kaybolmuştur. Kierkegaard için kaygı, yalnızca bir varoluş hali değil, aynı zamanda imanın doğuşuna hazırlıktır.
Genel Değerlendirme
Kierkegaard’ın felsefesi, insanın “eksik varlık” oluşunu en berrak şekilde açığa çıkaran bir düşünce mirasıdır. Kaygı, bu eksikliğin fenomeni olarak, insanın hem sınırlılığını hem de hürriyetini ifşa eder. Kaygı, yokluğun tehdidi ile özgürlüğün imkânı arasında salınan insan varlığının temel ruh halidir. İnsan, eksikliğini kaygı içinde tanıyarak, ölüm karşısında kendi sınırlılığını görerek, ıstırapla kendi günahını duyarak, nihayet imanda gerçek hürriyetini bulur.
Bilhassa vurgulamak gerekir ki hakikat, Kierkegaard’a göre, sistemin evrensel kategorilerinde değil, tek ferdin kaygı, eksiklik ve iman içindeki varoluşunda saklıdır. Kierkegaard’ın bütün felsefesi, fert (Enkelte) kavramı etrafında döner. Hakikat, genel insanlıkta değil, tek fertte, tek ferdin varoluşunda gerçekleşir.