Mirzabeyoğlu ve Fenomenoloji (1)
- Reha Kansu
- 13 Eyl
- 4 dakikada okunur

Modern felsefenin öne çıkan akımlarından fenomenoloji, bilginin temellerini şuurun doğrudan verilerinde aramış ve transandent (aşkın) alanı metodolojik olarak dışarıda bırakmıştır. Bu yaklaşım, şuuru güvenilir bir başlangıç noktası olarak kabul eder. Varoluşçuluk ise fenomenolojiden hareketle özgürlük ve faaliyet boyutunu öne çıkarmış, insanın kendi varlığını yapıp etmeleriyle belirlediğini savunmuştur. Ancak bu yaklaşımlarda özne ile nesne, bilen ile bilinen arasında nihai bir bütünlük kurulmamıştır. Bu eksiklik, Salih Mirzabeyoğlu’nun bilgi tasnifinde “ruh” kavramıyla aşılır. Ruh, hem bilen hem bilinen hem de bilinecek olan olarak epistemoloji ile ontolojiyi birleştiren merkezdir. Kısaca, Salih Mirzabeyoğlu’nun geliştirdiği bilgi tasnifi, epistemolojiyi ontolojiden koparmayan ve ruh merkezli bir bütünlük içinde değerlendiren bir epistemolojik temel ifade eder. Onun tasnifi, “kendinde bilgi, kendi için bilgi ve keşfedilmiş bilgi” üçlüsü üzerinden şekillenir. Bu makalede fenomenoloji ile Mirzabeyoğlu’nun yaklaşımı arasındaki farklılıklar ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
Fenomenoloji ve Varoluşçuluk
Husserl’in fenomenolojisi, felsefeyi kesin bir bilim hâline getirme arzusuyla doğmuştur. Bu amaçla geliştirilen epokhe (paranteze alma) yöntemi, dış dünyanın varlık iddialarını askıya alır. Geriye yalnızca şuurun kendi verileri, yani fenomenler kalır. Özetle, Edmund Husserl’in öncülüğünü yaptığı fenomenoloji, dış dünyanın varlık iddialarını paranteze alarak yalnızca şuurun kendi içeriklerine odaklanır. Bu veriler “immanent idrak”in alanını oluşturur. Bu noktada immanent idrak kesin ve mutlak bilgi alanı olarak görülür; çünkü şuurun kendi aktı, varlığıyla birlikte apaçıktır. Buna karşılık dış dünyaya dair bilgi, yani transandent idrak, daima şüpheli ve ihtimallidir. Husserl’in maksatlılık kavramı, şuurun her zaman bir şeye yönelmiş olduğunu gösterse de, bu yönelme özne ile nesneyi asla özdeşleştirmez. Dolayısıyla fenomenoloji, epistemolojiyi şuur alanıyla sınırlı bir disiplin olarak kurar; böylece bilginin kaynağını öznenin şuur akışında temellendirirken, ontolojik boyutu dışarıda bırakır.
Heidegger ve Sartre fenomenolojiyi varoluşçu bir zemine taşımışlardır. Heidegger, Husserl’den devraldığı yöntemi “varlık sorusu”na yöneltmiş, insanı Dasein kavramıyla tanımlamıştır. Ona göre insan dünyada-olma, zamanîlik ve kaygı ile belirlenir. Bu çerçevede bilgi, yalnızca şuurun içeriği değil, varoluş tarzıyla bağlantılı bir fenomendir. Sartre ise fenomenolojiyi hürriyet felsefesine dönüştürmüş ve “varoluş mahiyetten önce gelir” formülüyle insanın kendi yapıp etmeleriyle özünü belirlediğini savunmuştur. Ona göre “varoluş özden önce gelir”; insan kendi seçimleri ve faaliyetleriyle özünü kurar. Bu çerçevede şuur (pour-soi), sürekli kendini aşarak varlığını belirler. Ancak Sartre’da da özne ile nesne arasında nihai bir bütünlük yoktur; insan özgürlüğü daima bir “hiçlik” karşısında tanımlanır. Ancak hem Heidegger hem de Sartre'da varlık ve bilgi arasındaki bağ kopuk kalır. Varoluşçuluk, hürriyeti şuurla ilişkilendirmiş, özgürlüğü şuurlu tercihler üzerinden izah etmeye çalışmıştır. Fakat bu yaklaşım, özgürlüğün temelinde yatan daha derin, şuura çıkmamış olan boyutu ihmal etmiştir.
Mirzabeyoğlu’nda Bilgi Tasnifi
Mirzabeyoğlu’nun bilgi tasnifi üç temel kavrama dayanır: kendinde bilgi, faaliyetten önceki pasif bilgi; kendi için bilgi, bilenin kendisi hakkındaki bilgi; ve keşfedilmiş bilgi, faaliyetin ürünü olan aktif bilgi. Bu üçlü yapı, ruhun farklı görünümlerini ifade eder. Kendinde bilgi, ruhun hürriyet kanadı iken; kendi için bilgi, ruhun şuur kanadı olarak işlev görür. Keşfedilmiş bilgi ise bu potansiyelin iradî faaliyetle dışlaştırılmasıdır. Burada dikkat çekici olan nokta, ruhun hem bilen, hem bilinen, hem de bilinecek olan olmasıdır. Böylece klasik epistemolojideki özne-nesne ikiliği, ruhun birliği içinde aşılır.
Fenomenoloji, metodolojik sebeplerle ontolojik boyutu dışarıda bırakırken, Mirzabeyoğlu bilgiyi doğrudan ontolojiyle ilişkilendirir. Onun sisteminde bilgi, ruhun varoluş tarzıdır. Şuurun nesneye yönelişi, yalnızca dışa doğru bir açılım değildir; aynı zamanda şuura çıkmamış olanın açığa çıkmasıdır. Husserl’in maksatlılık kavramı burada aşılır: Şuur, sadece yöneldiği nesneyi değil, aynı zamanda kendi içindeki gizli imkânları da açığa çıkarır. İnsan dış dünyaya yöneldiğinde elde ettiği bilgiler de ruhun-varlığın tezahürü olarak anlam kazanır. Sartre’ın pour-soi için söylediği “kendini aşma” hâli, Mirzabeyoğlu’nda daha köklü bir anlam kazanır. Kendi için bilgi, kendinde bilgiyi açığa çıkarır. Bu nokta, Mirzabeyoğlu’nun sistemi ile varoluşçuluk arasında benzerlik kursa da, Mirzabeyoğlu varoluşçular gibi mahiyeti askıya almaz; aksine mahiyet ile faaliyeti ruhun birliği içinde bütünleştirir. Bu fark, fenomenolojinin dış dünyayı metodolojik olarak sınırlandırmasına karşılık Mirzabeyoğlu’nun bütüncül bir bilgi anlayışını benimsediğini gösterir. Bu yaklaşım, fenomenolojinin betimleyici tutumunu aşarak metafizik bir sistem kurar. Böylece epistemoloji ile ontoloji, ruh merkezinde birleşir.
Fenomenoloji, şuuru nesneye yönelmişlik olarak tanımlar, fakat şuur ile nesneyi asla özdeşleştirmez. Varoluşçuluk da aynı şekilde, öznenin hürriyetini vurgulasa bile, bu hürriyetin aşkın bir temeli olduğunu ortaya koyamaz. Oysa Mirzabeyoğlu’nda ruh, hem bilen hem bilinen hem de bilinecek olan olarak epistemoloji ve ontolojiyi birleştirir; böylece fenomenoloji ve varoluşçuluğun eksik bıraktığı bütünlüğü sağlar. Şuurun nesneye yönelişi, yalnızca dış dünyaya bir açılım değil, aynı zamanda şuura çıkmamış olanın da açılışıdır. Husserl için şuurun maksatlılığı, yalnızca fenomenlerin verililiğini betimlerken, Mirzabeyoğlu bunu daha ileriye götürür: şuur, kendinde saklı olanı açığa çıkaran bir faaliyet alanıdır. Burada Sartre’ın pour-soi kavramı hatırlanabilir. Sartre'ın yaklaşımında, şuur kendini aşarak varlığını kurar. Ancak Mirzabeyoğlu’nun perspektifinde bu “aşma” yalnızca şuur düzeyinde kalmaz; kendinde obje olarak kendini açma, ruhun sır boyutunu işaret eder.
Varoluşçuluk hürriyeti şuur ile ilişkilendirir; insanın hürriyetini şuurlu seçimleri üzerinden temellendirir. Buna karşılık Mirzabeyoğlu’na göre hürriyet de yalnızca şuur düzeyinde yapılan tercihlerden ibaret değildir. İnsanın hürriyeti, şuura çıkmamış olan ve şuura aşkınlığını veren “sır”la temellenir. İnsanda şuura aşkınlık kazandıran ve onun özünü belirleyen şey, “sır” olan ruhî keyfiyettir. Bu bakımdan hürriyet, yalnızca şuurla yapılan tercihlerle değil, ruhun derinliğindeki aşkınlıkla anlam kazanır.
İnsanın bütün ifade biçimleri –şuurun yöneldiği her obje, kişinin üzerinde bulunduğu her iş ve faaliyet– ruhun dışa yansıma alanlarıdır. Burada epistemoloji ile pratik hayat arasında keskin bir ayrım yoktur; çünkü dışta bulduğumuz her şey, aslında içimizde bulunanın açığa çıkmış hâlidir. Dış dünyanın keşfi, ruhun kendi derinliğinin ifadesidir. Böylece bilgi, iç ve dış arasında bir bölünme değil, ruhun kendisini farklı düzlemlerde ifade etme tarzıdır. Bu bütünlük, fenomenoloji ve varoluşçuluğun eksik bıraktığı noktayı tamamlar.
Sonuç ve İpuçları
Fenomenoloji, bilginin kesin zeminini şuurun içeriğinde bulmaya çalışmış ve ontolojiyi dışarıda bırakmıştır. Varoluşçuluk bu sınırı ontolojiye doğru genişletmiş, fakat özne ile nesneyi birleştirememiştir. Mirzabeyoğlu’nun bilgi tasnifi ise epistemoloji ile ontolojiyi ruh merkezinde birleştiren özgün bir yaklaşım ortaya koyar. Bu yaklaşım, Platoncu bir hatırlama öğretisini andırır; fakat dinamik bir şekilde, faaliyet ve irade üzerinden işler. Mirzabeyoğlu, Scheler’in “saf yapıp etme” anlayışına benzer şekilde ruhu durağan bir öz değil, faaliyetle açığa çıkan bir hakikat olarak kavrar. Ancak Scheler’de Geist, etik ve kültürel temelli bir yaklaşımla değerler aracılığıyla aşkın olana açılırken Mirzabeyoğlu’ndaki ruh, metafizik ve ontolojik temelli bir yaklaşımla, kendi sır boyutuyla şuurun aşkınlığını temellendirir. Böylece bilgi, iç ve dış arasında bölünmüşlük değil, ruhun farklı düzlemlerde tecellisi olarak kavranır.
Bilgi, onun sisteminde yalnızca düşüncenin ürünü veya şuurun aktı değil, ruhun kendi kendini sezmesi ve faaliyetiyle açığa çıkmasıdır. Hürriyet de yalnızca şuurlu tercihlere değil, ruhun derinliğinde saklı sırra dayanır. Böylece insanın bilgi, varlık ve hürriyet alanları, ruhun bütünlüğü içinde kavranmış olur.