top of page

Üç Adımda Nietzsche Felsefesi

Güncelleme tarihi: 4 gün önce

ree

Schopenhauer ve Nietzsche Bağlantısı


Bir önceki yazımızda (Schopenhauer'da İrade Kavramı) ele aldığımız gibi, Arthur Schopenhauer’in Die Welt als Wille und Vorstellung (İrade ve Tasavvur Olarak Dünya) adlı eserinde geliştirdiği düşünceye göre dünya, temsilin ötesinde, “irade”nin kör istemesidir. Friedrich Nietzsche, Schopenhauer’in bu kavramını erken döneminde benimsemiş, ancak daha sonra onu hem eleştirmiş hem de dönüştürmüştür. Nietzsche’nin güç iradesi, Schopenhauer'in olumsuzladığı iradenin olumlanmasını öneren radikal bir yeniden okuma olarak karşımıza çıkar.


Özetlersek; Schopenhauer’e göre dünya iki yönlüdür: tasavvur (Vorstellung) ve irade (Wille). Fenomenler (görünüşler) dünyası bir tasavvur ve temsil alanı iken, bu temsillerin ardında işleyen metafizik öz “kör irade”dir. İrade, amaçsızdır; tabiatta gözlenen süreçler herhangi bir nihai teleolojiye bağlı değildir. İrade, kördür; bilinçten ve akıldan bağımsız işleyen bir istemedir. İrade, sonsuzdur; doyumsuzlukla sürekli yeni arzular üretir. İrade, trajiktir; insan varoluşunu acı dolu bir döngüye mahkûm eder. Bu nedenle Schopenhauer, ahlakî açıdan, asketik-çileci yaşama, merhamet, estetik haz ve nihayetinde istemenin olumsuzlanması yoluyla iradenin susturulmasını öğütler.


Nietzsche, gençliğinde Schopenhauer’e hayranlık duymuştur. Tragedyanın Doğuşu’nda Dionysosçu güç ile Schopenhauerci irade arasında benzerlik kurar. Ancak olgunluk döneminde Schopenhauer’i “nihilist” olarak görmeye başlar. Eleştiriler üç noktada yoğunlaşır.


Nietzsche'ye göre:

  1. Schopenhauer’in ahlakî formülü, yaşamı inkâr etmektedir. Bu “dekadans”a hizmet eder.

  2. “Kendinde şey”, yani tasavvurun ardındaki asıl realite olarak kabul edilen irade, Nietzsche’ye göre hâlâ Kantçı aşkın metafiziğin kalıntısıdır.

  3. Merhamet ve fedakârlık etiği, kısaca ahlâk, güçlü olanı zayıflatır.


Nietzsche, irade kavramını reddetmez, dedik; onu kabul ederek dönüştürür. Güç iradesi (Wille zur Macht), varlığın temel yapısında bulunan ilkedir. Schopenhauer’de irade bir acı kaynağıdır, trajik bir yüktür; onun etiği, bu yükten kurtulmayı (arınmayı) öğütler. Nietzsche’de ise yaratıcı bir güçtür; Nietzsche tam aksine, bu gücü onaylamayı ve daha yüksek biçimlere yönlendirmeyi öğütler. İrade, nihai bir teleolojiye (gayeye) sahip değildir; ama Nietzsche’de bu amaçsızlık, değer yaratma özgürlüğü doğurur. Kör irade, Nietzsche’de artık bir “acı kaynağı” değil, hayatın yaratıcı, biçimlendirici gücüdür. İrade, sadece var kalmak için değil, kendini aşmak, daha fazla güç olmak, yaşamı yükseltmek için vardır. Kurtuluş da iradeyi susturmak değil, yaşamın bütün yönlerine -acı dahil- “evet” demektir.


Nietzsche’nin güç iradesi, tıpkı Schopenhauer'ın iradesi gibi, yalnızca psikolojik bir kavram değildir; evrensel bir ontolojik ilkedir. Tabiatta, canlılar arasındaki mücadele, güç iradesinin tezahürüdür. İnsanda, bilgi, sanat, ahlak gibi alanlar, güç iradesinin farklı maskeleridir. Kültürel olarak, ahlak sistemleri, metafizikler ve dinler, iktidar mücadelesinin ürünleridir. (Bu noktaları ayrıca ele alacağız.)


Üç Adımda Nietzsche Felsefesi

Biz burada Nietzsche’yi üç eseri üzerinden anlatmayı uygun gördük. Kronolojik değil, fikrî bir sıralama içinde:


  1. Ahlakın Soykütüğü Üzerine

  2. Putların Alacakaranlığı

  3. Böyle Buyurdu Zerdüşt


Nietzsche’nin üç büyük kitabı, tek bir projenin üç ayrı yüzüdür. Ahlakın Soykütüğü değerlerin kökenine dair bir kazıdır, Putların Alacakaranlığı yozlaştırıcı değerleri kıran bir çekiçtir, Böyle Buyurdu Zerdüşt ise yeni değerlerin şiiridir. Ve bütün bunların ortak adı: Değerlerin yeniden değerlendirilmesi.


Birinci Adım: Ahlakın Soykütüğü Üzerine

"Bilmiyoruz kendimizi, biz bilenler: Bunun da iyi bir sebebi var. Hiç araştırmadık ki!"

"Nietzsche’nin "Kendimiz için hiç de 'bilen' değiliz..." diyerek başlayan Ahlakın Soykütüğü Üzerine (1887) adlı eseri, onun en sistematik ve araştırmacı eseridir. Burada Nietzsche, ahlaki değerlerin kaynağını sorgular: “İyi” ve “kötü” dediğimiz şeyler nereden geliyor, kim bu değerleri icat etti, neye hizmet ediyorlar? Bu soruları cevaplamak için “soykütüksel analiz” (genealoji) dediği bir yöntem kullanır; yani değerlerin tarihî ve psikolojik kökenlerini araştırır. Nietzsche’ye göre ahlak, insan doğasında “verili” değildir, aksine güç ilişkilerinin, iktidar mücadelesinin ve bir takım psikolojik tepkilerin ürünüdür.

Ahlak değerlerinin bir eleştirisine mecburuz; değerlerin kendilerinin değeri sorgulanmalı önce - ve bunun için, gelişip değiştikleri, ortaya çıktıkları şartların ve ortamın bilgisi gerekli.

İlk incelemede Nietzsche, “iyi” ve “kötü” kavramlarının kökenini tartışır. Ona göre “iyi”nin kaynağı, filozofların yahut geleneklerin söylediği gibi, insan doğasındaki fedakârlık eğilimi, akıl ya da Tanrı buyruğu değildir. Nietzsche iyi ve kötünün kaynağını, aristokratik güç ilişkilerinde bulur. Ona göre ilk topluluklarda kendilerini "iyi" olarak adlandıranlar, soylulardır. İyi, burada ahlaki bir erdemi değil, güçlü, güzel, sağlıklı ve asil olmayı ifade eder. Kötü ise soylu olmayanı, güçlü olmayanı, yani yoksulu ve zayıfı niteler. Mesela Homeros’un destanlarında “iyi adam”, savaşta cesur, soylu, kuvvetli olan kişidir. Karşısındaki köle, zayıf ya da sıradan halk ise “kötü” (alçak, bayağı) olarak anılır. Nietzsche'ye göre zamanla bu düzen tersine dönmüştür. Güçsüz olanlar, doğrudan karşı koyamadıkları için içlerinde güçlülere karşı biriktirdikleri hınç ve öfkeyi, ressentiment yoluyla değerler icat ederek ifade etmişlerdir. Bu değerlerin tarihî dönüşümlerinden biri olan Hristiyanlık, güçlü ve zenginleri “günahkâr” ilan etmiş; zayıf, fakir ve acı çekenleri “erdemli” kılmıştır. Bu tersyüz edişle birlikte merhamet, itaat, alçakgönüllülük gibi değerler “iyi” haline gelmiştir. Eski Roma’da güçlü olmak, gururlu olmak, zafer kazanmak erdemdir. Ama Hristiyanlıkla birlikte “gurur” en büyük günah, “alçakgönüllülük” ise en büyük erdem haline gelmiştir. Bu, köle ahlakının zaferidir.


İkinci inceleme, “vicdan” ve “suçluluk” duygularının doğuşunu ele alır. Nietzsche’ye göre, insan başlangıçta sözünü tutan bir varlık değildir; yani unutkandır. Toplum bunu önlemek için, borç–alacak ilişkisi içinde acı ve ceza yoluyla "bedel ödeme" fikrini insanların hafızasına kazımıştır. Kısaca borç ödenmezse şiddet uygulanır yahut mutlaka bir bedel ödetilir; böylece insan “sözünü tutmayı” öğrenir. Buradan “suç” kavramı doğmuştur. Almanca’daki Schuld kelimesi hem “borç” hem “suç” anlamına gelir; Nietzsche bunu tesadüf değil, ahlakın gerçek kökeninin işareti sayar. İçgüdülerini dışarıya boşaltamayan insan, saldırganlığını içe çevirir. Böylece “vicdan” kavramı doğar. Nietzsche'ye göre vicdan, aslında bastırılmış içgüdülerin kendi üzerine dönmesidir. Rahipler, bunu suçluluk ve günah duygusuna dönüştürerek insanı kendi iktidarları altında tutmuşlardır. Ortaçağ Avrupası’ndaki kilise uygulamaları misaldir: Günah çıkarma, sürekli suçluluk duygusunu canlı tutma, vicdan azabı üzerinden insanları yönetme… Nietzsche’ye göre vicdan, “doğal bir ses” değildir, tarihte inşa edilmiş bir mekanizmadır.


Üçüncü inceleme, asketik idealin, ruhbaniyetin, yani çileciliğin anlamını sorgular. Nietzsche’nin sorusu şudur: “Asketik ideal (yani dünyadan el etek çekme ve acıyı kutsallaştırma) neden bu kadar güçlü olmuştur?” Çünkü ona göre insanlar acılarını anlamlandırmak ister. Anlam verilemeyen acı, en dayanılmaz olandır. Asketik ideal, acıyı bir “günahın cezası” ya da “kurtuluş yolu” olarak yorumlayarak ona bir anlam kazandırır. Bu sayede nihilizmin-hiççiliğin boşluğu ertelenmiş olur. Fakat dinler, felsefeler, hatta bilim bile bu idealin etkisi altındadır. Bilim, “hakikati her şeyin üstünde görme” arzusuyla aslında hâlâ aynı asketik damarı taşır. Hayatın kendisi yerine mücerret hakikate tapınmaktır bu Nietzsche'ye göre. Hristiyanlıkta çileci azizler, bedenlerini aç bırakır, kırbaçlar, acı çekmeyi kutsallık sayar ama modern çağda da benzer motifler vardır: “hakikat uğruna her şeyden vazgeçmek”, “bilim uğruna kendini feda etmek” gibi söylemler, Nietzsche’ye göre asketik idealin dünyevileşmiş versiyonlarıdır. Asketik idealin çöküşü, beraberinde nihilizmi getirir: değerlerin anlamını yitirmesi. Ama Nietzsche'ye göre bu aynı zamanda yeni değerler yaratmak için bir fırsattır.


Nietzsche, insanın tüm içgüdülerini ölçüsüzce lanetleyen ve adeta yaşamı öldüren Hıristiyan değerlerinden öyle tiksinmiştir ki, bu eserinde açıkça ahlakın masum ve ebedi bir şey olmadığını gösterme peşindedir. “İyi” ve “kötü” tüm değer yargılarını tarihî şartların, güç mücadelelerinin, rahiplerin ve kölelerin tepkilerinin ürünü kabul eder. Vicdan, ruh, suçluluk ve asketik ideallerin doğal olmadığını, tarihî olarak inşa edilmiş olduklarını ispatlamaya çalışır. Bu yapılar çökerken insan, hayatı olumlayan yeni bir ahlakın eşiğine gelir. Nietzsche’nin amacı, bu çöküşü teşhis edip, yerine güç iradesine dayalı, yaşamı evetleyen değerlerin doğuşunu hazırlamaktır.


İkinci Adım: Putların Alacakaranlığı

Nietzsche’nin Putların Alacakaranlığı (1888) adlı eseri, onun olgunluk döneminde kaleme aldığı kısa ama yoğun bir manifesto sayılır. Adını Wagner’in Tanrıların Alacakaranlığı operasından alır ve kendi zamanının “putlarını”, yani sorgulanmadan kabul edilen değerleri, kurumları, ahlaki ve felsefi dogmaları hedef alır. Nietzsche bu çalışmasını “çekiçle felsefe yapmaya” benzetir; burada çekiç yalnızca put kırma aracı değil, aynı zamanda hangi kavramların boş ve kırılmaya hazır, hangilerinin sağlam olduklarını gösteren bir “test” aracıdır.


Nietzsche önce “Sokrates Problemi”ni ele alır ve Sokrates sonrası Yunan düşüncesine epistemolojik bir saldırıda bulunur. Ona göre Sokrates ve Platon, “içgüdünün bilgeliği”ne karşı, akla aşırı bir güven geliştirmişlerdir. Onlar yüzünden diyalektik, güçsüzlerin silahı haline gelmiş, hayatı doğrudan yaşayan güçlü tiplerin yerine, akıl oyunlarıyla üstünlük kuran bir tip öne çıkmıştır. Sokrates, Nietzsche için bir dekadans semptomudur; hayatı olumlamayan, onu aklın terazisine vurup küçümseyen bir figürdür. Nietzsche, bir başka yönden, metafizik geleneğin en büyük yanılgısı saydığı “gerçek” ile “görünüş” ayrımını da eleştirir. Platon’dan Hristiyanlığa, Kant’tan modern pozitivizme kadar bütün felsefi gelenek, bir “gerçek dünya” fikrine tutunmuş, yaşadığımız dünyayı “görünüşler dünyası” olarak küçümsemiştir. Nietzsche, bu süreci ironik bir şemayla gösterir: Önce Platon’un ideaları, sonra Hristiyanlığın öte dünyası, sonra Kant’ın kendinde şeyi, sonra Aydınlanma’nın bilimselliği… En sonunda da bu “hakiki dünya” anlatısının yıkılışı. Geriye yalnızca bu dünya, yani oluş kalır.


Eserin bir başka önemli bölümü ahlak eleştirisidir. Nietzsche, geleneksel ahlakın doğaya karşı olduğunu söyler. Tutkuları yok etmek, içgüdüleri bastırmak, “erdem” diye aslında güçsüzlüğü yüceltmek… Bunlar hayatı kabul eden değil, reddeden tavırlardır. Özgür irade fikri bile, aslında suçlama ve cezalandırma sisteminin icadıdır, insanlara sorumluluk yüklemek için üretilmiş bir kurgudur. Nietzsche bu noktada “ahlaki olgular yoktur, yalnızca olguların ahlaki yorumları vardır” der. Bütün bu eleştirilerin arkasında, Hristiyanlığın ve modern kültürün değerlerine duyduğu tiksinti yatar. Nietzsche’ye göre rahipler, pedagoglar, ahlakçılar insanı “ıslah” ettiklerini söyler ama gerçekte onu zayıflatırlar, hatta "iğdiş" ederler. Alman kültürünü ise özel olarak hedef alır: Ağır, hantal, milliyetçi ve Wagnerci romantizme batmış bir kültürdür ona göre Alman kültürü; buna karşılık Fransız ruhunu, Yunan ahengini öne çıkarır. Eserin sonunda, eski Yunan’dan aldığı ilhamı dile getirir. Ona göre Eski Yunan’ın “agon”, yani yarışma kültürü, güçlerin birbirini aşarak yükselmesi için sağlıklı bir ortam yaratmıştır. Dionysosçu şenlikler, hayatın trajedisini bile kutlamaya dönüştürür. Kısaca, Nietzsche için Yunanlılar, hayatı olumlamanın en büyük örneğidir.


Üçüncü Adım: Böyle Buyurdu Zerdüşt

Aslında kronolojik olarak daha önce yazılsa da, felsefi bütünlükte üçüncü adımı temsil eden Böyle Buyurdu Zerdüşt eseri, Nietzsche felsefesinin hem en edebi hem de en derin ifadesi olarak kabul edilir. Diğer kitaplarındaki keskin aforizmalar ve polemiklerin yerine, burada şairane ve mesel tarzında bir dil vardır. Zerdüşt karakteri, tarihteki Zerdüşt (Zoroaster) değil; Nietzsche’nin düşüncelerini dile getirmesine vesile olan alegorik bir figürdür. Zerdüşt, dağdan inip insanlara konuşur, onların değerlerini sorgular ve yeni bir felsefi vizyonu ilan eder. Kitap, bir yandan İncil üslubunu taklit eder, bir yandan da onunla alay eder; bu nedenle hem kutsal bir “vahiy” havası hem de ironik bir mesafe taşır. Böyle Buyurdu Zerdüşt'te Nietzsche, insanlığın eski değerlerini (Tanrı, hakikat, ahlak) yıkıp, yerine Üstinsan figürü, bengi dönüş düşüncesi ve güç iradesi kavramlarını koyar.


Eserin en temel mesajı, insanın bir son değil, bir “köprü” ve "geçit yeri" olduğudur. İnsan, kendisini aşmak zorundadır. Nietzsche bu aşmayı “Üstinsan” kavramıyla ifade eder. Üstinsan, sürü insanının değerlerini aşmış, kendi yasasını koyan, kendi değerlerini yaratan insandır. Üstinsan, Tanrı’nın yerini alan “yeni bir kutsal” değildir; tam tersine, bütün kutsalları aşmış, kendisini hiçbir mutlak otoriteye dayamayan insandır. Ona göre bugünkü insan, bir “son insan” olarak kalma tehlikesi taşır: rahatına düşkün, sıradan, risk almayan, sürüye uyan tip. Zerdüşt’ün öğretilerinin ilk bölümü, işte bu ikiliği ortaya koyar: “Son insan” mı olacağız, yoksa “Üstinsan”a doğru mu ilerleyeceğiz?


Bir başka merkezî tema, Nietzsche felsefesinin temel kavramlarından olan “ebedi dönüş” düşüncesidir. Zerdüşt, bu düşünceyi bir tür varoluş sınavı olarak ortaya atar. "Eğer her anı, her acıyı, her mutluluğu sonsuza kadar tekrar tekrar yaşamak zorunda olsaydın, buna evet diyebilir miydin? Yaşadığın hayata değdi mi?" Bu düşünce, yaşamı mutlak biçimde olumlamanın en zor, en yüksek ölçütüdür. İnsan, ancak bu sınavdan geçerse gerçekten hayatı sevebilir. Üstinsan, bu sınavı geçen kişidir. Onun yaşam sevgisi öyle güçlüdür ki, acılarıyla, hatalarıyla, trajedileriyle birlikte hayatının sonsuza dek tekrar etmesine razıdır.


Eserde ayrıca Nietzsche’nin “güç iradesi” kavramı da sahneye çıkar. Hayatın özü, basitçe hayatta kalma değil, kendini aşma, büyüme ve yaratmadır. Güç iradesi, varoluşun temel güdüsü olarak, bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesinin temelinde yer alır. Bu bağlamda Zerdüşt, yalnızca ahlaki kalıpları değil, metafiziği, dini ve geleneksel “hakikat” anlayışını da sarsar. Eski putların yıkılmasıyla geriye hayat ve onun özü olan güç iradesi kalır.


Nietzsche’nin üslubu burada özellikle dikkat çekicidir. Zerdüşt’ün konuşmaları, hayvanlarla, dağlarla, dostlarla, düşmanlarla diyaloglar biçiminde ilerler. Alegoriler ve semboller (aslan, çocuk, deve; dans, kahkaha, şenlik) sürekli tekrar eder. Bu, Nietzsche’nin felsefesini sadece bir teori olarak değil, ruhî bir tecrübe olarak aktarma çabasıdır. Özellikle “dans” ve “kahkaha”, hayatı ciddiyetle değil, neşeyle kabul etmeyi sembolize eder. Zerdüşt’ün yolculuğu bir tür kutlamayla biter. Zerdüşt yalnızdır, çünkü öğretilerini anlayan çok azdır; ama yalnızlığında bile kutlamaya devam eder, çünkü yaşamın trajedisini evetlemiştir.


Gelelim, Nietzsche'yi neden bu üç kitap üzerinden, bu sırayla ele aldığımıza.


Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün birinci bölümünde, “Üç Dönüşüm Üzerine” (Von den drei Verwandlungen) başlıklı bölümde geçen ve Zerdüşt’ün ağzından Üstinsan'ın dönüşümünün temel aşamalarını sunan bir metafor silsilesi vardır. Zerdüşt, insan ruhunun özgürlüğe giden yolculuğunu üç hayvan metaforu üzerinden sahneler.


İlk aşamada ruh, “deve”ye benzer. Deve, kendisine yüklenen “görev”, “sorumluluk”, “günah”, “itaat” gibi ağır yükleri sabırla taşır. Bu, insanın toplumun, dinin, ahlakın ve geleneklerin emirlerini kabul ettiği, “itaat” dönemini temsil eder.


İkinci aşamada ruh, “aslan”a dönüşür. Aslan, pullarında "Sen yapmalısın!” yazan Büyük Ejderha'yla savaşır ve deveden farklı olarak, yükü taşımayı reddeder. Ejderha, toplumun, dinin, devletin, ahlakın dayattığı tüm eski değerleri temsil eder. Bu aşama, isyanı ve özgürleşmeyi simgeler.


Üçüncü aşamada ruh, “çocuk” olur. Çocuk, masumiyet, oyun, başlangıç ve yaratma demektir. Bu aşama, yeni değerlerin yaratıldığı aşamadır. Çocuk, ne deve gibi eski yükleri taşır ne de aslan gibi yalnızca yıkmakla kalır. Aslanın “hayır”ı gereklidir, ama nihai amaç çocuğun “evet”inde yatar. Çocuk dünyaya “evet” der, yeni değerler uydurur. O saf başlangıcı temsil eder.


“Üç dönüşüm” aslında Nietzsche’nin bütün düşüncesinin özlü bir sahnesidir: Soykütük’te eleştirdiği köle ahlakının doğuşu, Deve (itaat eden ruh) aşamasını; Putların Alacakaranlığı’nda put kırışı, Aslan (hayır diyen ruh) aşamasını; Zerdüşt’te aradığı yeni değerler, Çocuk (yaratan ruh) aşamasını temsil eder.

"Eski usullerle İslam’ın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmî imanı kalmadı.

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım… Allah’a giden yol sonsuz sayıdadır.

Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro; sonsuz…

Bunlar arasından bir yol bulup o yolun dervişi olmaya bakın!"​​

Salih Mirzabeyoğlu

bottom of page